28 Ekim 2014 Salı

Devlet Ana - Kemal Tahir



Bu ay beyazkitaplık’ın seçimi ile kitap kardeşliği okuma grubumuzda seçtiğimiz kitap Devlet Ana idi. Aynı zamanda benim de okuduğum ilk Kemal Tahir kitabıydı. Açık konuşmak gerekirse araya giren tatiller nedeni ile istediğim kadar odaklanamadığım ancak genel anlamda beğendiğim bir kitap oldu. Roman Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatıyordu, dili sade ve anlaşılabilirdi. Kitapta her ne kadar kadınlar aciz gibi gösterilse de ana karakter BacıBey’in de bir kadın olarak gücü yadsınamaz şekilde yansıtılmaktaydı. Türk Dil Kurumu’ndan ödül alan bu kitabı Osmanlı Devleti’ne meraklı olan okuyucular mutlaka okumalı diye düşünüyorum. Roman olarak sürükleyici bir kitap, altı yüz küsur sayfa olması gözünüzü korkutmasın.
Arka Kapaktan;
'Devlet Ana', Osmanlı kurulmadan önceki Anadolu'nun görünümünü ve Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, onların güçlü, güvenli, adaletli bir devlete duyduğu ihtiyacı da açığa çıkarmaktadır. Kemal Tahir'in en önemli romanı olarak gösterilen 'Devlet Ana', onun düşünce yapısını da en iyi yansıtan eserlerinden biri sayılmaktadır.
"Kemal Tahir, tarihi ve toplumu hakkındaki orijinal ve sağlam görüşlerinden hareket ettiği için hem 'mahalli ağızları', hem Türkçe'nin küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini hem de yeni imkânlarını kaynaştırarak ve aşarak kullanabilirmiştir. Eserlerindeki eşsiz dil ve üslup güzelliğinin kaynağı bu davranıştadır. Daha önceki romanlarında da görülen bu özellik 'Devlet Ana'da en yüce noktasına erişmiştir. Türkçe'nin unutulmuş olan dehası bütün boyutları, zenginliği ve haslığıyla ilk olarak Kemal Tahir'in eserlerinde kendini göstermektedir."
- Selahattin Hilav-

24 Ekim 2014 Cuma

Güz Okuma Şenliği 2014


En başında da söylediğim gibi okuma şenliğine katılmakta ilk amacım kenarda bekleyen kitaplarımı değerlendirmek, okuma sıralarını çabuklaştırmaktı. İlk ayın sonunda durum raporu şu şekilde...
Okuduğum kitapların bazıları hakkındaki yorumlarımı paylaşmıştım, diğer kitaplar hakkındaki yorumları da önümüzdeki günlerde paylaşacağım. Daha önümde okunacak bir sürü kitap var..
2. Kategori (10 puan): Sadece tek bir kitabını okuduğunuz ve sevdiğiniz bir yazardan bir kitap.
Bazuka – Murat Uyurkulak – Metis – 92 sayfa
5. Kategori (10 puan): Nobel ödüllü bir yazardan bir kitap.
Kabil – Jose Saramago – Kırmızı Kedi – 146 sayfa
9. Kategori (10 puan): Yasaklanmış bir kitap.
Otomatik Portakal – Anthony Burgess – 168 sayfa
10. Kategori (10 puan): Beyaz perdeye aktarılmış bir kitap.
12. Kategori (10 puan): Hayatının herhangi bir döneminde öğretmenlik yapmış bir yazardan bir kitap.
Yolpalas Cinayeti – Halide Edip Adıvar – Can Yayınları – 81 sayfa
13. Kategori (10 puan): Türkiye'de herhangi bir edebiyat ödülü kazanmış bir kitap.
Devlet Ana – Kemal Tahir – İthaki – 650 sayfa
15. Kategori (10 puan):Artık aramızda olmayan bir yazardan bir kitap.
17. Kategori (10 puan): Bir aşk romanı.
Vişne Çürüğü – Aylin Acar – Potkal Kitap – 128 sayfa
19. Kategori (Her kitap 10 puan, 2 kitabı da okuyana ekstradan 20 puan, toplam 40 puan): İsminde bir şehir/ülke adı geçen bir kitap ve buna ek olarak o şehrin yer aldığı ülke edebiyatından bir kitap.
İstanbul Kırmızısı / Ferzan Özpetek / Can Yayınları / 139 sayfa
22. Kategori (Her bir kitap 10 puan, tüm kitaplar okunursa ekstradan 40 puan, toplamda 70 puan): İsminde aynı kelimenin geçtiği üç kitap.
Son Aşk Çiçeği- Ali Ünal – Yitik Ülke – 128
 
Toplam 11 kitap = 110 puan ve 1764 sayfa ile ilk ayı tamamladım. sayfa sayısı puanı olarak 17 eklendiğinde ise toplam: 127 puan almış oluyorum.

23 Ekim 2014 Perşembe

20. Yüzyılın En Önemli Sanatçılarından Marcel Broodthaers'ın Sergisi Akbank Sanat'ta!

Belçikalı şair, heykeltraş, film yapımcısı ve sanatçı Marcel Broodthaers’ın işlerinin sergilendiği  Sözcükler, Nesneler, Kavramlar sergisi Akbank Sanat’ta açıldı. 

20.yüzyılın en önemli sanatçılarından olan Broodthaers, 40 yaşına kadar sadece şiir ile ilgilenmiştir, satmayan  Pense-Bête şiir kitabının 50 kopyasını alçıyla kaplayarak okunamaz hale getirmiş ve kitabıyla aynı adı taşıyan Pense-Bête (Anımsatıcı) başlıklı ilk sanatsal eserini üretmiştir. Aynı sene, 1964’te; ilk sergisinin kataloğuna şöyle yazmıştır:  “Ben de bir şeyler satıp hayatta başarılı olamaz mıyım, diye düşündüm. Ne vakittir işe yarar, beş para eder bir tek şey yapmamıştım. 40 yaşına gelmiştim ... Ve nihayet aklıma, sahte, samimiyetten uzak bir şey icat etme fikri geldi; hemen işe koyuldum. Üç ay sonra, ortaya çıkan ürünü Galerie St Laurent’in sahibi Philippe Edouard Toussaint’e gösterdim. “İyi de, bu sanat” dedi Toussaint, “ve onu seve seve sergilerim”. “Anlaştık” dedim. Satılan bir eser olursa, Toussaint paranın %30’unu alacaktı. Öyle anlaşılıyor ki bu, standart anlaşma şartlarından biri; %75 alan galeriler bile var. Peki eser nedir, diye sorarsanız: Aslına bakılırsa, nesneler.” 

Marcel Broodthaers’ın  ilk sanat objesi Pense-Bête (Anımsatıcı)’i Akbank Sanat’ta görmeniz mümkün. Kavramsal sanatın en önemli isimlerinden olan Broodthaers, eserlerinde; yazılı dil kullanımı ve kelime oyunlarına sıklıkla yer vermiştir. Belçikalı sanatçı René Magritte ve Fransız şair Stéphane Mallarmé etkisi eserlerinde açıkça hissedilmektedir. 

Belçika’nın popüler bir yemeği olan midyeler, yumurta kabukları, süt şişeleri gibi gündelik objelere yeni bir bakış açısı kazandırmıştır. 289 yumurtadan oluşan 289 Oeufs, 20x13=260, 2x14=28, +1=1, = 289 Oeufs.

Müze, eser, sanatçı ve seyircisi arasındaki ilişkiyi irdeleyen birçok eser vermiş ve bu ilişkiyi derinlemesine sorgulamıştır. 1968 senesinde Brüksel’de kendi evinde, kavramsal bir müze olan Musée d'Art Moderne, Départment des Aigles (Modern Sanat Müzesi, Kartallar Bölümü)’i kurmuş, davetiyeler bastırıp açılış yapmıştır. Eser röprodüksiyonları, eser kutuları, kartpostallar, duvar yazılarının sergilendiği müzeye; 1968-1971 arasında farklı mekanlarda farklı bölümler de eklemiştir. Müzenin herhangi bir koleksiyonu yoktur, belirli bir lokasyonu yoktur.Eserleri, MOMA_New York, TATE Modern_Londra, Stedelijk Van Abbemuseum_ Eindhoven, Centre Pompidou _  Paris and MACBA_Barselona koleksiyonlarında yer almaktadır.

Sergi hakkında daha detaylı bilgi almak için www.akbanksanat.com sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Satranç - Stefan Zweig


Bu kitabın fotoğrafını instagram uygulamasında paylaştığım anda gelen yorumlardan anladım ki bu öyküyü sevmeyen olmamış J ben de onlardan birisiyim, hem çok hızlı hem de çok heyecanla okudum. Açıkçası içinde Nazi olayları ile ilgili herhangi bir konu olacağını da bilmeden almıştım,  sadece bir satranç oyununun insanın hayatında ne kadar büyük bir yer kaplayabileceğini ve bir adamı delirmekten uzaklaştırıp hayata bağlamış olduğunu hayretle okudum.

Zweig’ın sürgündeyken yazdığı ve intiharından birkaç ay önce yazdığı bu öykü bir çeşit veda mektubuymuş. Bu gözle bakıldığında kitap çok daha etkili oluyor.

Kısa, kolay bir dille yazılmış bu kitabın etkisi büyük…

Arka Kapaktan;

Rastlantı sonucu eline geçirdiği bir kitapla satrancın inceliklerini öğrenerek bu oyunu bir tutkuya dönüştüren ve giderek bu tutkusu yüzünden beyin hummasına yakalanan Dr. B.'nin öyküsüdür görünüşte Satranç. Ama derinlerde bir veda mektubudur aslında.

Stefan Zweig'ın Brezilya'da sürgündeyken yazdığı ve Şubat 1942'deki intiharından birkaç ay önce tamamladığı Satranç, Avrupa kültürünün nasyonal sosyalist tehlike altında yok oluşuna işaret eder.

Avrupa kültürüne elveda derken yaşama da veda etmeyi seçen Zweig'ın son yapıtı Satranç, gerilimli kurgusu ve kahramanın ruhsal gelgitlerinin işlendiği dokusuyla, kısa ama her bakımdan etkileyici olağanüstü bir uzun öyküdür.

16 Ekim 2014 Perşembe

Mihmandar - İskender Pala


Eyüp Sultan’ın Peygamberimize mihmandarlık yaptığı dönemi akıcı bir dille anlatan bu kitaba bayıldım. İlk defa İskender Pala okuduğumu da belirtmek isterim. Kitapta birbirine geçen bir sürü karakter ve olay var ve kişileri tanıdıkça hikâyenin daha da içine giriyorsunuz. Kitapla ilgili en sevdiğim şey ise o dönemin Müslümanlığını anlatıyor olmasıydı. Konu sadece Eyüp Sultan değildi, ayrıca İstanbul’un fethine de oldukça büyük bir yer verilmişti. Tamamen iyi niyet odaklı ve açgözlülükten uzak durulmasını emreden, kalbin sevgi ile dolu olmasını savunan güzel dinimizin yanlış insanlar tarafından yönetilirse ne kadar kötü olabileceğinin de sinyallerini veriyordu. Kitapta bahsedilen hadislerin birçoğu yerinde kullanıldığı için daha anlamlı olmuştu.

Bana en çok neresini sevdin diye sorulsaydı, peygamberimizin evde konuk edildiği bölümleri ve hicret dönemi diye cevap verirdim.

Arka Kapaktan;

Peygamber'in mihmandârı! Bir arzun varsa yapayım. Bir vasiyetin varsa yerine getireyim!"

“Ey Emîr! Sakın Allah'ın dinini bozma, müminler arasına fitne girmesine müsaade etme. Askere adalet ile muamele eyle ve düşman karşısında can kaygusu çekme. Bana gelince, senden ve senin ait olduğun şu dünyadan hiçbir şey istemediğimi bil ve herkese böylece ilan et. Şurada can oynatan cengâverlerden son arzum odur ki Azrail (a.s) bize uğradıktan sonra na'şımı Konstantiniyye surlarına yakın götürsünler. O gün savaş hattı nerede oluşursa, bedenimi o noktaya kadar taşısınlar ve orada, savaşan mücahitlerin arasında beni defneylesinler. Ta ki atlarımızın ayakları bedenimi çiğnemiş olsun, Bizans dokunamasın. Ayrıca, eğer yapabiliyorlarsa, cenazemi kendi atımın arkasında bir sedyeye bağlayıp taşısınlar. Tıpkı Kutlu Nebi'yi getiren Kusvâ'nın Medine'de bizim hanemizi bulduğu gibi o da benim için nereye gideceğini ve nerede duracağını bulacaktır."

13 Ekim 2014 Pazartesi

Suçluyorum - Emile Zola


Emile Zola’nın daha önce Germinal isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Suçluyorum yine toplumsal adaletsizliğe karşı bir başkaldırı manifestosuydu. Yüzbaşı Dreyfuss’un sahte evraklarla hapse atılmasından dolayı Zola’nın Genelkurmaya yazdığı bir mektuptu. 1800’lü yıllarda bu kadar cesurca bir şeye imza atmak ta eminim ki her yazarın harcı değildi, ancak Zola’nın içindeki bu adalet ve eşitlik ateşi sanırım kendisini durdurmadı.
Kitap sadece kırk üç sayfa kadar ancak içi tamamen dolu diyebilirim, okunması kolay bir dile sahip.
Altını çizdiklerim;
“Üstelik bu insanlar uyuyabiliyorlar, eşleri ve çocukları var, onları seviyorlar!” S- 27
“Gerçek toprağın altına kapatıldığı zaman, orada öyle bir toplanır öyle bir patlama gücü kazanır ki, patladığı gün her şeyi kendisiyle birlikte havaya uçurur.” S- 33
Arka Kapaktan;
19. yüzyıl sonları Fransa'sında, Yahudi kökenli bir subayın, Yüzbaşı Alfred Dreyfus'ün haksız yere casuslukla suçlanmasıyla patlak veren Dreyfus Davası, yalnızca bir hukuk ve ayrımcılık skandalı değil, aynı zamanda başta ordu ve yargı olmak üzere ülkenin tüm kurumlarını temellerinden sarsan bir toplum olayıydı. Tam 12 yıl sonra Dreyfus'ün aklanmasıyla sonuçlansa da, Üçüncü Cumhuriyet ve çağdaş Fransa'nın tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Bu dava çevresinde gelişen çalkantıların keskinleştirdiği güçler dağılımı, kilise ve devlet işlerinin ayrılması gibi sarsıcı önlemlerin alınmasına, sağdaki milliyetçiler ile soldaki antimilitaristler arasında uzun sürecek bir bölünmenin doğmasına yol açtı.
Büyük romancı Émile Zola, 13 Ocak 1898 günü bir gazetede yayınladığı Suçluyorum başlıklı açık mektubuyla, Dreyfus'e yapılan haksızlığın karşısına dikilen Fransız aydınlarının sözcüsü oldu. Artık bir klasik niteliği kazanan ve onurlu aydın başkaldırısının görkemli bir örneği olan Suçluyorum'u Tahsin Yücel'in çevirisi ve önsözüyle sunuyoruz.

9 Ekim 2014 Perşembe

Mimlendim... #BookChallengeTag




Sevgili Manolya’dan beni #bookchallenge etiketi ile mimlemiş.. Bakalım benim cevaplarım nasıl olacak J
 
1.      İlk Hayranlığım: İlk hayranlığımın tüm dünyada hayranlık uyandıran bir kitaba olduğunu düşünüyorum. Elbette ki Küçük Prens. Ancak bu kitabı yılları içinde tekrar tekrar okudukça içindeki alt metinleri daha iyi anladığımı da itiraf etmeliyim. Bazen aynı kitabı yıllar sonra tekrar okumak gerektiğine inananlardanım.
 

2.       Favori serim
Ara verdiğim okuma alışkanlığıma geri dönmemi sağladığı için Alacakaranlık serisi diyeceğim.
 
 
3.       Favori Kitabım
Bir söz vardır bilirsiniz, bir okuyucuya favori kitabını sormak bir anneye hangi çocuğunu daha çok seviyorsun diye sormak gibidir diye… o yüzden en zorlandığım soru bu sanırım… Genellemeden son dönemde en keyif aldığımdan bahsedeyim o zaman. Emrah Serbes; Erken Kaybedenler.
 
 
4.       Favori Erkek Karakterim
 
Yine son dönemlerden bir karakter, beni güldüren eğlendiren hazırcevap bi karakter; Alper Kamu.
 
 
5.     Favori Kadın Karakterim
Louise May Alcott’un Küçük Kadınlar romanındaki Jo favori karakterim diyebilirim.
6.   Favori Okuma Saatim
Ofisinde kitap okuyabilen şanslı insanlardan birisiyim. Günün her saati benim için okuma saati olabilir, yeter ki fırsatım olsun J
Sorularımı tamamladığıma göre ben de birilerini mimleyebilirim artık…
Eğer cevaplamadılarsa
Kitapçı Kedisi, Kitap Kurdu Serpil ve StyloPunk’ın cevaplarını merak etmekteyim….
 

8 Ekim 2014 Çarşamba

Tutulma Aşkın Patolojisi - Nevbahar Atabay


Yitik Ülke Yayınları’nın bana hediye olarak yolladığı kitaplardan birisiydi Tutulma. Kitabı okuduğunuzda yazarın ilk kitabı olduğuna inanmakta zorlanacağınızı düşünüyorum, çünkü çok ince ve edebi bir dille yazılmış. Bahsedilen şey her ne kadar bütün kitaplarda bahsi geçen ve herkesin bir fikir sahibi olduğu bir konu olan aşk olsa da bu kitapta çok daha farklı bir bakış açısı ile ele alınmış. Kadın ve erkeğin adı yok sadece kadın ve erkek diye geçiyor. İkisinin de düşünceleri ve yaptıkları birbirinden çok farklı. Bu kitabı her kadın ve her erkek okumalı bence, kadınlar ne ister, erkekler ne yapar konusunu akıcı ve güzel bir dille anlatmış Nevbahar Atabay. Kitapta en sevdiğim bölümler ise araya sıkıştırdığı şiirler ve mektuplar oldu.

Altını çizdiklerim;

“Aşk; ağırdır tıpkı büyük bir uçurtma gibi… Gökyüzünde uçururken tüy kadar hafittir, asidir ipini toplamak istediğinde… Sana, itaat etmez rüzgâra takılıdır o… rüzgârla dans etmenin deliliğine kapılmış bir âşık gibi…” S- 42

“Aşk, beni gerçek kılıyor!” S- 46

“Belki de acının yaşanmadan bitmediğini biliyor, bitirmek için yaşamak istiyor. Ateşin içinden geçip gitmek gibi… Acının kaçınıldığında kuytuda bekleyeceğini, bekletildikçe de büyüyeceğini biliyor çünkü. Bir de acıyı duymanın, inkar etmemenin kendisini daha gerçek kılacağını düşünüyor.” S- 72

Arka Kapaktan;

Onlar iki yabancı olarak gelirler sahneye. Dilleri, dinleri, yaşları, boyları, yaşam biçimleriyle çok uzaktırlar birbirlerine, ama dokunur dokunmaz kendilerinin henüz bilmedikleri geçmişlerinin yarım kalmış motifleri birleşir ve tamamlanırlar. Artık tutkunun öksesinde iki ruhun tutsaklığı başlar.

Patolojik bir yapıya sahip olan aşkın dinamikleri ve paternleri okuyucuya gösterilirken kullanılan epik tarz okuyucunun kendisini ve aşkını da romanın içine alır. Böylece romanın kahramanı olan kadın ve adam okuyucu ile bedenlenir, özdeşleşir, canlanır. Güçlü imgesel anlatımlar, keyifli kelime oyunları ve tiyatral tipler doğal bir mizahı oluştururken, bu esneklik; ciddi bir derinlikte gerçekleştirilen psikolojik anlamdaki karakter analizlerini anlaşılır kılar.

2 Ekim 2014 Perşembe

Albaya Mektup Yok - Gabriel Garcia Marquez


Yalnızlığın ve beş parasızlığın tanımının en iyi yapıldığı kitaplardan birisi olduğunu düşündüğüm kitap Marquez’in şahane kaleminden olduğu için bu etkiyi yaratıyor. Emekli bir albay, karısı ve bir dövüşlerde üzerinden para kazanmayı planladıkları bir horozu anlatan kitapta çok çarpıcı cümleler bulunmaktaydı. Albay’ın hissettikleri, hastalıkları ve kitabın sonunda yaşamın şifresini bulması bence hayli etkileyiciydi.
Marquez’in sadece yetmiş sayfa ile anlattığı bu öykü diğer kitapları kadar keyifli olmasa da okunmaya değerdi.
Altını çizdiklerim;
“Sansürcülerin basılmasına izin verdiği satırların aralarını okumak zor.” S- 19
“İnsanlık bir bedel ödemeden ilerleyemiyor.” S- 26
“Böyledir işte, insanın nankörlüğü sınır tanımaz.” S- 30
“Umut karın doyurmaz…
Karın doyurmaz ama insanı ayakta tutar” S- 45
“Yoksulluk şekerin en iyi ilacıdır.” S- 54
Arka Kapaktan;
Albaya Mektup Yok, çağımızın en büyük yazarlarından Gabriel García Márquez'in en güzel uzun öykülerinden biri. Ülkesi uğruna savaşarak yaptığı hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan, emekliye ayrılmış yaşlı bir askerin öyküsü. Bir türlü gelmeyen emekli aylığını her cuma günü karısı ve horozuyla birlikte bekleyen emekli bir albayın komik, ama bir o kadar da trajik hikâyesi. Gabriel García Márquez'in 1982'de Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görülmesinde, hiç kuşkusuz, Albaya Mektup Yok'un da payı var. Büyülü gerçekçilik ustasının anlattığı her sahne, karakterlerin her davranışı, umarsız görünen bir dünyada yaşama sevincinin türküsünü söylüyor, ölüme ve yalnızlığa meydan okuyor. Her cümle, yaşamın uçsuz bucaksız boşluğunun suskunluğunu kırıyor. "İmge, gerçekliğe ulaşmanın aracıdır," diyen Gabriel García Márquez'in buruk bir alaycılık içeren bu öyküsü neredeyse görsel bir edebiyat başyapıtı.