28 Eylül 2017 Perşembe

GECE- Elie Wiesel


Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba... bu sefer okuduğum kitabın gücü beni bu postu yazmaya yönlendirdi desem hiç yalan söylemiş olmam...

Daha önce Yahudi soykırımı ile ilgili kitaplar okumuştum ancak istediğim ve bence olması gerekli olan şiddeti hiçbirisinde bulamamıştım. Gece ise bu konuda araştırma yaparken karşıma çıkan kitaplardan birisi. Tüm dünyada okutulmakta ve yazarına Nobel Barış Ödülü getirmiş olan bir kitap. Yazarın gerçek hayatını anlatmış olması kitabı daha da vurucu yapıyor. 

Elie Wiesel  1943 yılında 16 yaşındayken ailesi ile birlikte önce Auschwitz buradan sonra da Birkenau toplama kamplarına götürülüyor. Bu sürede ailesi ile birlikte yaşadıklarını anlattığı kitabı o dönemin gerçek şiddetini bir tokat gibi yüzümüze vuruyor. 

Uzun zamandır blogta bir şeyler paylaşamıyordum, biraz aksattığımı kabul ediyorum ancak bu kitap beni o kadar derinden etkiledi ki hakkında iki cümle de olsa yazmak istedim.

Kitapta beni en çok etkileyen paragrafı aşağıda paylaşmak isterim..        
   
“Hayatımı yedi kez sürgülenmiş uzun bir geceye çeviren kamptaki o ilk geceyi asla unutmayacağım.

O dumanı asla unutmayacağım.

Dilsiz mavi göğün altında vücutları kıvrımlara dönüşen çocukların o ufak suratlarını asla unutmayacağım.

Yaşama zevkinden beni sonsuza dek mahrum bırakan bu gece sessizliğimi asla unutmayacağım. 

Tanrımı ve ruhumu katleden, rüyalarımı çöle çeviren bu anları asla unutmayacağım.

Tanrı’nın varolduğu kadar uzun yaşamaya mahkum edilsem bile bunu asla unutmayacğım. Asla. “

Lütfen alın ve okuyun, insanoğlunun nasıl insanlıktan çıkıp, gururun nasıl ayaklar altına alınabildiğinin ve politikanın nasıl zulmleri görmezden geldiğine tanık olmak için bu kitabı okuyun.

Bu arada kitabın iki adet devam kitabı var, isimleri Dawn ve Day, ancak ben türkçe basılmış halini internette bulamadım, bilen varsa bana mail atabilirse çok sevinirim.

Sevgilerimle,



2 Mayıs 2017 Salı

Tilki, Baykuş, Bakire


Yaprak Öz’ün daha önce yazdığı Berlinli Apartmanı ve Şeytan Disko isimli kitaplarını gerile gerile okuduğum için bu sefer de beklentim o yöndeydi ancak yazar bu sefer bambaşka bir şekilde gerdi beni. Kitabın daha ilk sayfalarından itibaren bence en büyük korku ve gerilimden daha ağır bir konu ile karşılaşacağımı anladım.

Konu: çocuk istismarı, ensest ilişki ve ruh hastası bir adam.

Büyük harflerle yazıyorum çünkü bu konu beni germekten çok midemi bulandırıyor. Böyle bir konuya sakince değinen yazarı ise ayrıca kutluyorum. Bu konu aşırı detaylandırıldığında çok bayağı bir hale de gelebilirdi, yazar konuya sadık kalarak bu dengeyi çok güzel tutturmuş.

Özet verecek olursak; boşandıktan sonra bir okul kütüphanesinde gönüllü olarak çalışan Begüm Hanım’ın ansiklopedi içinde bulduğu mektuplar ve o mektupların sahiplerine ulaşması isteği ile başlıyor kitap. Begüm konuyu araştırdıkça mektupların sahibinin çocuklarının aynı okulda eğitim gördüklerini ve vefat eden annelerinden sonra çocukların dayıları tarafından büyütüldüğünü öğreniyor. Dayı, dışarıdan ne kadar zarif, eğitimli, zengin ve çocuklara hayatını adamış bir adam olarak görünse de aslında işin iç yüzünde çok başka psikolojik rahatsızlıklar barındırdığını anlayan Begüm olayı çözmek üzere plan yapar.

Sevgili Yaprak Hocam, lütfen yazmaya ve kitaplarınızda da bu naifliğinizi korumaya devam edin, sıkı takipçinizim…


3 Şubat 2017 Cuma

Huzursuzluk - Zülfü Livaneli


Yine bir Livaneli klasiği… Akıcı bir dil, araştırmalara dayanan, bilgi veren bir roman. Bu sefer ki konu ise çok yakın geçmişten geliyor.. IŞID kamplarında tutsak olan bir Ezidi kız olan Meleknaz ile Mardinli Hüseyin’in aşkını anlatan kitabın aslında daha uzun olmasını beklerdim. Çünkü bana göre konu çok sağlam ve daha uzun bir roman olmalı, daha detaylı bilgi alabilmeliydik. Hüseyin’in Amerika’da öldürülmesinden sonra gazetecilik yapan çocukluk arkadaşı İbrahim Mardin’e gidiyor ve Meleknaz ve İbrahim’in yakınları ile sanki röportaj yaparmış gibi hikâyenin detaylarını öğrenmeye başlıyor.

Anlatılanlarda bizleri çok rahatsız edebilecek detayların da bulunduğu kitapta esas üzerinde durulan insan hakları ve eşitliği olmuş. Her kim ne inanca, ne dine, hangi renge, kültüre mensup olursa olsun aslında bir insan olduğu ve birey olduğu için kendisine değer verilmesi gerektiğinin üzerine sıkı sıkı basılmış. 

Kitapla ilgili olarak ise arka kapağında “Ortadoğu” kelimesini gördüğümde orada yaşanan ve haberlere konu olmayan bazı farklı detaylar okuyacağımı düşündüm sanırım, ama maalesef ki televizyonlarda bunun çok daha ağırlarını izledik ve tanık olduk. O yüzden sanırım kitabın uzun olmasını talep etmemin sebebi budur. 

Konu itibarı ile biraz Sinan Akyüz’ün İncir Kuşları isimli kitabında yazdıklarına benzettim… 

Neden mi, çünkü savaşlarda en büyük acıyı hep kadınlar çekiyor.

Altını çizdiklerim;

Asil insanların en neşeli anlarında bile bir hüzün vardır, daha düşük ruhlar ise en sefil zamanında bile neşelidir.

Kalbinde ona inanç olduktan sonra ne farkı var, hepimizin onun kulları değil miyiz?

Bu dünyada hiçbir şey insanları söz kadar etkileyemez. Orta-şark da sözün zirveye vurduğu yerdir, hiçbir bölgenin şiiri, menkıbesi, masalı bu kadar kuvvetli, insanın yüreğine işleyen kudrette değildir. İşte bu yüzden bizim buralarda şairler büyücü sınıfına girer. İnsanları güzel sözlerle büyüledikleri için.

Merhamet keskin bir kılıç; merhamet gösterenin kabzasından tuttuğu ama karşı tarafı yaralayan bir kılıç.

İnsanları pençesine almış, çöl hecirleri gibi hepimizin ağzını kan içinde bırakan "harese"den kurtulmak için yazıyorum ve zaman zaman kendimi şu sözü tekrarlarken yakalıyorum: 'Ben bir insandım!'"


26 Ocak 2017 Perşembe

Karanlık Köy - Gürgen ÖZ


Uzun bir aradan sonra tekrar merhaba… Son dönemde yoğunluk ve uyuşukluğum sebebiyle kitap okumaya devam ettim ancak bloğuma hiç dönüp bakmadım. 2017’de bu durumu değiştirmenin, bloğuma daha fazla zaman ayırmanın peşindeyim…

2016 yılının son aylarında okuduklarımdan es geçmek istemediğim bir kitap var bugün elimde.  Gürgen Öz’ün daha önce öykü kitabı Nevrotik’i okumuş ve bayılmıştım. Bu sefer bir gerilim romanı ile karşımızda yazar. Gerilim olmasının yanında çok da inceden bir kişisel gelişim, yüzleşme ve insan davranışlarından da dem vuran bir roman.

Konusu iki habercinin bir haber için Trabzon’a gitmesi ve çekimler esnasında gizemli bir köyden bahsedilmesi üzerine o köye gidip çekim yapmak istemelerini anlatmakta. Buraya kadar daha önceden de duymuş olabileceğimiz bir hikâye gibi gelebilir ancak Gürgen Öz konuyu gerçek olaylar ile birleştiriyor ve okuyucuya bu köyde olabileceklerle ilgili akıl oyunları yaparak önümüze koyuyor ki, ben ara sıra kitabı elimden bırakarak neden okuyorum ki diye düşündüm!! Bu sebeple gerilim seven kitap dostları lütfen kaçırmayın bu kitabı..

Kitapta Dyatlov Geçidi Vakası gibi geçmişte yaşanan gerçek olayların yanı sıra kanıtlanmamış olmasına rağmen birçoğumuzun inandığı Çarşamba Karısı, Üç harfliler, Karakoncolos gibi olaylarla da süslenen bu kitabın esas korku hikâyesi insanın içindeki karanlık köyden bahsetmesinde gizli olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir cümle var mesela;

 “Yaşadığımız bu kültürde, inan herkesin kendi içinde gitmek istemediği ‘Karanlık bir Köy’ mutlaka vardır."

Ayrıca bahsetmeden geçmeyeceğim yazarın geçmişte yaşanan politik olayları, Balkan Türklerinin yaşadıkları, Rum sorunları, Müslüman- Hristiyan yayılma çabaları ve genel siyasi durumları da konunun içine dâhil etmesi okuma hazzımı arttırdı.

Altını çizdiğim cümleler;

-      Sonuçta ırklar yoktur bana göre. İyi insan vardır, kötü insan vardır en basit haliyle.

-  Bu toplumda insanlar sahip olduğumuz baskıcı kültür nedeniyle gerçeklerden kaçmaya, onları reddetmeye başlıyorlar. Oysaki gerçek, insanı özgürleştirir. Bu olmadığında ise insanlar batıl inançlar üretirler ve onlara inanmaya başlarlar.

-   Herkes kendi gerçeğini arar, kendi gerçeğini yaşamak ister. Bu baskılandığında ise her şey çarpıklaşmaya başlar.

-    Bizdeki bu zihniyetin sessiz öğretisinde, bırak farklı bir kültürden olmayı, farklı bir kişiliğinin olması bile adeta suç olarak empoze ediliyor. Suçlu hissettiriyorlar sana. İradelerimiz üzerinde çocukluktan başlayarak kilitler vurulmuş, öğrenilmiş bir çaresizlik var herkeste. Zihinlerimiz özgür değil!

-      İnsan yaşamayınca bilemez! Bilemeyince de inanmaz!

Arka Kapaktan;

"Oraya gitmeyin ağabey... O köye gidip hiç dönmeyen çobanlar var..."

Karadeniz'in karanlık ormanlarında, iki yüksek dağ arasında, yüzyıllar öncesinden kalma, pek bilinmeyen eski bir Rum köyü... Yaşlıların "Karanlık Köy" dedikleri, içinde uğursuz bir enerji barındırdığına inanılan ve kimselerin gitmediği, gitmekten korktukları, kendi tarihine hapsolmuş gölgeler içinde bir hayalet... Geçmişte, soğuk bir kış gecesinde, köydeki insanların nedeni anlaşılmayan bir cinnet ve çıldırmışlıkla birbirini öldürdüğü ürkütücü bir alan... Ve burayı keşfetmeye niyetli, varlığını duyar duymaz belgesel çekmeye karar vermiş iki maceraperest.

Sizce korktuğumuz gerçeklerden kaçtığımızda, onlar daha korkunç batıllara mı dönüşür? En önemlisi; korktuğumuz şeylere inanmaya başladığımızda, onları gerçek yapar mıyız?

Yüzleşemediklerimiz, sakladıklarımız, batıllarımız ve toplum olarak geçmişte sıkışıp kaldığımız şeyler üzerine heyecanlı bir psikolojik gerilim...

"Herkesin içinde, gitmek istemediği karanlık bir köy vardır..."