Hangi Ahmet Ümit kitabını okusam
tarihi mekânlara, kitabın geçtiği yerin tarihine hayran kalıyorum. Bu kitabı
okumaya başladığımda herkes bana bayılacağımı söylemişti, gerçekten öyle de
oldu. Tarihi yarımadayı elimdeki kitaptan aldığım notlarla tekrar gezmem
gerektiğini düşünüyorum. Bilmediğim
birçok şeyi bu kitaptan öğrendim. Kitap yine başkarakterimiz Baş komiser Nevzat
ve ekibinin şüpheli bir cinayeti araştırmaya başlaması gittikçe heyecanlı bir
hal almaya başlıyor. Olaylar seri cinayetlere döndüğünde ise her ölümde yeni
detaylar ve ipuçları ile kitabı elinizden bırakamaz hale geliyorsunuz. Bu arada
cinayetlerin İstanbul tarihi yarımada diye adlandırılan yerlerinde geçmesi
, o bölgedeki tarihi bilgilere ustaca yer
veren Ahmet Ümit tarafından iyice süsleniyor. Katilin kim olduğunu elbette
söylemeyeceğim ama bu okuduğum sanırım dördüncü Ahmet Ümit kitabıdır ve kendisi
en sevdiğim oldu diyebilirim.
Altını çizdiklerim;
“İnsan istemese bile başkalarıyla
karşılaşıyor, başkalarını seviyordu. Başkalarına duyulan sevgi ölenlere duyulan
bağı azaltmamalıydı.” S- 18
“Kalbin attığı sürece vücut
iyileşebilir. Oysa ruhun bir kez darbe aldı mı, o yara dikiş tutmuyor. Sonuna
kadar kendi kendine kanamayı sürdürüyor. Ama öte yandan, hayat da devam
ediyor.” S- 262
“Ölümü yoldaş seçenlerin ölümden
başka kazanacakları zafer yoktur.” S- 441
Arka Kapaktan;
Byzantion'dan İstanbul'a uzanan,
heyecan yüklü bir serüven...
Sarayburnu'nda, Atatürk
heykelinin ayaklarının dibinde bir ceset, Avuçlarında antik bir pere.... Ama ne
bu ceset son kurban, ne de bu antik para son sikke... Yedi kurban, yedi
hükümdar, yedi sikke, yedi kadim mekân. Ve tek bir gerçek: Bu şehrin gizemli tarihi.
"Şehre bakıyorduk denizden.
Sisler içindeydi İstanbul... Sisler içinde deniz... Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet'in
minareleriydi görülen, Ayasofya'nın kubbesi, Topkapı Sarayı'nın kuleleri. Hiç
yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle
örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına
beliren bir hayal gibi... Büyülü bir bulut gibi... Bir masal imgesi gibi...
Yeni kurulmuş bir kent gibi... Taze bir başlangıç gibi... Genç, umutlu,
güzel...
İstanbul'a bakıyorduk denizden.
Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk... Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize
bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen
korkaklığa... Elimizden alman hayata bakıyorduk... Güneşli günlerimize, umut
dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk,
ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen
hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden
uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize
bakıyorduk..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder