27 Eylül 2016 Salı

Kibritleri Çok Seven Küçük Kız - Gaetan Soucy


Evet, adına ve kapağına aldanıp sevimli bir kitap okuyacağımı düşünerek aldığım kitaplardan birisi daha beni şaşırtmayı başardı. İnce, incecik ama dolu, ağır ve tereddütlerle okuduğum çok ama çok etkileyici bir kitap. Yazarın hikayeyi küçük bir kızın ağzından anlatıyor olması mı daha etkili kıldı bütün kitabı bilmiyorum ama yer yer kızın saflığına, temizliğine ve esprilerine gülümserken, bazı yerlerde de inanılmaz bir sıkıntı ve rahatsızlık ile okudum bu kitabı. Konusuna çok kısa değineceğim çünkü benim gibi, her sayfada “ne olacak” diye düşünerek okumanızı istiyorum…

“Kardeşimle ben kainatla baş etmek zorunda kaldık, çünkü baba bir sabah, daha gün ağarmadan, ruhunu sessizce teslim etti.”

Diğer insanlardan izole bir şekilde yaşayan ve babaları tarafından okula gitmeden farklı bir eğitim gören iki kardeşin hikayesi, bir sabah babalarının vefat etmesi ile başlıyor. Kardeşler babalarına uygun bir tabut aramak için evden çıkıyor ve dış dünya ile iletişime geçtiklerinde aslında ne kadar farklı yetiştirildiklerini ve nelere maruz kaldıklarını anlıyoruz.


Her sayfada kötü bir şey olmasın diye düşünerek okuduğum ve son sayfalarda artık içimin acıdığı bir kitap oldu benim için. Evet, kitap sevimli ve pembe değil ama maalesef ki yazar hayatta olmayan bir konu da yazmamış, belki de bu kitabı daha etkileyici ve rahatsızlık verici kılıyor. Yazar özellikle bazı kelimeleri bilerek değiştirdiğini yazmış ve bu şekilde muhafaza edilmesini istemiş. Aysel Bora çevirisi ise on numara. 

25 Ağustos 2016 Perşembe

Napoli Romanları - Elena Ferrante

Tavsiye üzerine başladığım, araya sıkılmamak için başka kitaplar da alarak bitirdiğim ve son dönemde okuduğum en başarılı seri Napoli Romanları serisi diyebilirim. Bütün kitapları bitirdiğimde tek bir yorum olarak yazmak istediğimden bugüne kadar bekledim. Dördüncü kitabı yeni bitirdim ve bittiği için üzülüyorum.

Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım
Napoli’de fakir bir mahallede büyüyen Lila ve Lenu’nun hikâyesi daha ilk kitapta sizi sarıp sarmalıyor. O fakirlik ve düşük eğitim düzeyi olan bir mahallede kendine yön vermeye çalışan, bilgiye ve öğrenmeye aç iki arkadaşın yaşadıklarını gittikçe merak etmeye başlıyorsunuz. İlk kitapta kalabalık bir karakter listesi bulunmakta ve isimlerin kısaltmaları da işin içine girince adapte olmakta biraz zorlasa da diğer kitaplarda bu isimlere çok alıştığınızı şaşırarak fark ediyorsunuz.

Yeni Soyadının Hikayesi 
Lila her kitapta biraz daha güçlü bir karakter olarak karşımızda duruyor. İkinci kitap olan Yeni Soyadının Hikâyesi biraz daha onunla ve evliliği ile alakalı. Lenu kenarda hep ona hayran ve okumaya çalışan bir kız olarak dururken, Lila okumaktan vazgeçerek mahalleye ayak uyduruyor ve mahalledeki en zengin adamla evleniyor. Ama bu arada kendi isteklerinden de vazgeçmiyor. Sevgilisi Nino herkesin bildiği ama onaylamadığı bir ilişki yaşayabilecek kadar da cesur olduğunu görebiliyoruz. Bir de bu arada Nino denilen adam Lenu’nun çocukluk aşkı dersem, olayların nasıl bir örümcek ağında olduğunu daha net anlatmış olurum.



Terk Edenler ve Kalanlar
Üçüncü kitap olan Terk Edenler ve Kalanlar daha çok Lenu’yu anlatıyor. Okuyup üniversite mezunu olan ve bir yazar olarak ismini duyurmaya başlayan Lenu adı geçen bir ailenin profesör oğlu ile evlenip, ondan iki çocuk sahibi oluyor. Bu arada İtalya’daki siyasal karışıklıklar, Lenu’nun feminizm üzerine yazdıkları, aile hayatının değişimi ve annelik rollerini ilgiyle takip ediyorsunuz. Bu sürede Lila ile olan arkadaşlığının, birbirlerine bir yakınlaşıp, bir uzaklaşmalarını hayretle izliyorsunuz. Bu arada kendisini öldürmek istediğim Nino karakteri bu kitapta Lenu’nun uğruna kocasını terk ettiği adam olarak yine sahnede yerini alıyor.



Kaybolan Kızın Hikâyesi
Son kitap okuduğum diğer üç kitabı da geçmiş durumda; Kaybolan Kızın Hikâyesi içinde şaşırtıcı birçok konusu olan bir kitap. Bu kitapla ilgili çok fazla detay vermeyeceğim, sürprizi kaçmasın istiyorum. Serinin başından beri Lila’ya içten içe hayranlık beslerken bu kitapta dengelerin ve fikirlerimin değiştiğini fark ettim. Çünkü bazı dönemlerde Lila’da tuhaf bir delilik hali ve insanları manipüle etme dürtüsünün doruklarında gezdiğini görüyorsunuz, hayran olduğunuz Lila bir süre sonra can sıkıcı birisine dönüşürken, Lenu onun destekçisi olmaya devam ediyor. Nino ile ilgili burada yazamayacağım düşüncelerim var!!!



İtalya’da geçen romanlar her zaman keyifli olmuştur ama hep aklımıza deniz kenarı, begonviller ve fesleğen kokan küçük kasabaları getirmiştir. İşte sanırım bu seride farklı olan bir nokta da bu. Kitaplarda siyaset, aile içi şiddet, feminizm, uyuşturucu, fakirlik, dedikodu, entrika ve daha bunun gibi birçok konuya değinilmiş, bir dönemin İtalya'sını çok güzel anlattığını düşünüyorum. Lafı çok uzattım; özetle bittiğine üzüldüğüm seridir. 



2 Mayıs 2016 Pazartesi

Mahalleden Arkadaşlar- Selçuk Aydemir


Kitap okumaktan uzaklaştığım zamanlarda akıcı ve eğlenceli kitaplar okumaya gayret ederim. Bu kitap ta böyle bir dönemimde elime aldıklarımdan birisiydi. İşler Güçler, Çalgı Çengi ve Düğün Dernek gibi dizi ve filmlerin senaristi Selçuk Aydemir’in yazdığı ilk kitap Mahalleden Arkadaşlar beni çok güldürdü. 

Kitapta beni etkileyen iki şey vardı, birisi yazarın Ferhan Şensoy için yazdığı ön yazı, hayranlığını böyle güzel ifade etmiş olması, diğeri de kitabın bütün telif gelirinin Koruncuk Vakfı'na bağışlanmış olması. Sırf bu sebepten bu kitabı alıp okumak gerekiyor.

Yaşları 9 ile 11 arası değişen ve Küçükçekmece’de çete kurmaya çalışan Selçuk ve Arkadaşlarının diğer çete lideri İsmet’e karşı olan savaşlarından bahsedilmekte. Selçuk ve çetesinde kas gücü sıfıra yakın ancak Selçuk’un çok kurnaz bir zekâsı var, planlar, para kazanma yolları vs. derken kitabı okurken kahkaha attığınızı fark ediyorsunuz. 

Ben kitabı biraz Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler kitabındaki karakterlere benzettim, sanırım haşarı ve akıllı çocukları konu alan kitaplara bayılıyorum.


Selçuk Aydemir listemdeki yazarların arasına girdi bile, okuru bol olsun… 

8 Mart 2016 Salı

1Q84- Haruki Murakami


Yanımda taşımakta zorlandığım, hafta içi ofiste, hafta sonları da evde okuyarak yaklaşık 10 günde bitirdiğim kitap 1Q84. Açıkçası kalınlığından dolayı biraz gözümü korkutmakta olduğundan bir yıldır kitaplığımda beni beklemekteydi. Sınavlardan sonra bir hızla okumaya başladım, okurken beni çok sıkmadı ama bu kitabın abartıldığı kadar bir başyapıt olmadığını düşünüyorum. Çünkü daha önce Murakami’den Sahilde Kafka ve İmkânsızın Şarkısını okumuş ve onları çok beğenmiştim.

1Q84 onlar kadar başarılı bir roman değil. Kurgusu güzel, Aomame adında bir kız ve Tengo adında bir adamın hikâyesini anlatmakta. Bu kişiler garip bir şekilde birbirine bağlı ancak bunu kitabın ortalarına kadar anlayamıyoruz. Ayrıca kitapta doğaüstü olgulardan da bahsediliyor, Little People, Pupa Hava (havadan koza anlamında), Maza ve Douta gibi ilginç bir sürü konu var.

Ancak Murakami’nin genel tarzı olan, müzik, yemek, tren ile seyahat detayları ve başka kitaplardan alıntılar (özellikle George Orwell’in 1984’ü) gibi o kadar çok detay ve tekrar var ki bir zaman sonra sizi esas konudan uzaklaştırıyor. Sanki kitap uzasın diye oraya eklenmişler gibi.  Yine de kitap bu kadar kalın olmasına rağmen akıcı bir şekilde okunabiliyor. Tekrarlar dışında sıkıcı bir konu değil, hatta ilginç bile diyebilirim.

Ve cevapsız sorular;

- Tengo’nun gerçek babası kim?

- Tengo’nun yaşça büyük kadın arkadaşına ne oldu?

- Aomame ve Tengo bu hamilelik işini nasıl kolayca kabullendi? Aomame, bebeğin babasının Tengo olduğunu nasıl anladı?

- Öncüler nerede?

- Little People kitabın başında o kadar aktifken, sonrasında neden kayboldu? vb.


Okumayanların gözü korkmasın diyeceğim, aslında bu kitaba harcanacak zamanı başka kitaplara ayırmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyorum.  Yine de tercih okurların. 

27 Ocak 2016 Çarşamba

Mucize- R.J. Palacio



Gen problemi sebebiyle doğuştan yüzünde şekil olarak bozukluk olan bir çocuğun okula başlama serüvenini anlatan bir kitaptı Mucize. Engelli insanlara bakış açımızı sorgulayan, o engeliyle yaşamak durumunda olan insanların bizim bakışlarımızda, onlara davranışlarımızdan nasıl etkilendikleri üzerine kafa yormamızı sağlayan bir hikâyeydi August’un hikayesi.

Doğduğu günden bu yana yüzünden defalarca ameliyat olup, o zorluklar esnasında bile evde eğitimini tamamlayan sonrasında annesinin desteği ile ilk defa tek başına okula başlaması istenen August’un diğer arkadaşları ile yaşadıklarını anlatırken, olayları bir de ablası ve tanıştığı arkadaşlarının da gözünden anlatılan bir nevi günlük gibiydi. Kitap olarak çok basit bir dille yazılmış olmasına rağmen, alt metin olarak okuyucuyu düşünmeye sevk etmekteydi. Okudukça hep aklıma gelen videoyu da  bu yazının altında paylaşacağım. Engelli insanlara korkak, ürkek ya da yargılayıcı onlara farklı olduklarını hissettirecek gözlerle bakmak yerine belki alttaki videodaki gibi sadece gülümseyebilsek, onları sosyal yaşama kazandırmada daha etkili olabileceğiz.

Arka Kapaktan;

Merhaba, adım August. Size nasıl göründüğümü anlatmayacağım. Aklınıza ne geliyorsa muhtemelen ondan daha kötü görünüyorumdur.

August (Auggie) Pullman yüzünde fiziksel bir bozuklukla doğduğu için, normal bir okula gidemiyordu… şimdiye kadar. Yakında Beecher Ortaokulu'nda beşinci sınıfa başlayacak ve ömrünüzde bir kere bile "yeni çocuk" olduysanız, bunun ne kadar zorlu olduğunu tahmin edebilirsiniz. Dondurma yemek ve Xbox'ında oyun oynamak gibi sıradan şeyleri seven Auggie aslında sadece sıradışı yüzü olan, sıradan bir çocuk. Peki, yeni sınıf arkadaşlarını, görünüşünün ardında kendisinin de onlar gibi olduğuna ikna edebilecek mi?






14 Ocak 2016 Perşembe

Konstantiniyye Oteli - Zülfü Livaneli


Zülfü Livaneli’nin kalemini çok seviyorum, bu kitabını da sevdim ancak diğer kitapları kadar değil. İnanılmaz bir bilgi yüklemesi var okuyucuya, bu her ne kadar güzel olsa da, zaman zaman esas hikayeden koptuğumu hissettim. Ben okuyucuya sürekli bilgi yüklemesi yapan değil – Buket Uzuner ve Ahmet Ümit’de öyledir-  hikayesine kesintisiz devam eden romanları sanırım daha çok seviyorum.  Kitapta her kesim siyasete bir gönderme söz konusu, Livaneli bu konuda çok zekice ve yerinde kullanıyor kalemini.

İstanbul’da lüks bir otel açılışı ve bunu organize eden Zehra’nın hikayesi kitabın konusunu oluşturmakta. Bu davete gelen görgülü, görgüsüz, kibar, kaba, köylü, Avrupalı, politikacı, doktor, metres, avukat ve daha sayamayacağım her türden kişinin davetli listesinde olduğu bir açılış yemeği düşünün. Bu kişilerin hepsinin bir olayı var ve bunlar parti parti bize aktarılmakta, kurgu olarak muhteşem ama bunu es geçmek istemiyorum. Yine de Livaneli okuyacaksanız başka kitaplarından başlamanızı tavsiye ederim.

Altını çizdiklerim;

“Bu dünyada o kadar çok aşk sözü ediliyor ki, adının anlamını düşünmediğin gibi aşkın anlamını da düşünemiyorsun artık. Kapitalizmin mal satmak için kullandığı sözcüklerin başında aşk geliyor, aşktan kusacak hale geldik.”

“İnsanlara gülmek yakışır; bu yüzden objektife bakan herkes az ya da çok gülümser. Hiçbir hayvan gülmediği için belki de bu, insanların kendilerini yüceltmeleri anlamına geliyordur; gülmek bu yüzden seviliyordur.”

Arka Kapaktan;

2014 yılı Aralık ayının son günleri… Yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli'nin açılış günü ve erken bir yılbaşı kutlaması… İstanbul'un seçkin, kalburüstü simaları, Sultanahmet'teki eski Bizans sarayının kalıntıları üzerine yapılan otelde bir araya geliyor. Aralarında kimler yok ki? Politikacılar, belediye başkanları, Amerikan büyük elçisi, Fener Rum patriği, ünlü gazeteciler, gazete patronları, televizyon "yıldızlar"ı, eski ve yeni zenginler, büyük iş adamları…

İstanbul'un yüzlerce yıldır yeraltında yatan ölüleri de davete çağrılmadıkları halde arzı endam etmekte sakınca görmeyip bu cümbüşe dahil oluyorlar. Ve elbette, bir otelin olmazsa olmaz çalışanları, garsonları, komileri, güvenlik görevlileri…

Velhasıl Konstantiniyye Oteli, aslında binlerce yıllık koskoca bir şehir olarak çıkıyor karşımıza. Değişen, dönüşen, ama barındırdığı şiddet nedense aynı kalan bir şehir…


7 Ocak 2016 Perşembe

Örümcek Ağındaki Kız - David Lagercrantz


Geçen yıllarda okuduğum Millenium Serisinin 4. Kitabının çıktığını öğrendiğimde çok şaşırdım, çünkü bildiğim kadar ile Ejderha Dövmeli Kız ile başlayan serinin yazarı Stieg Larsson vefat etmişti. Bu kitap onun efsanesi devam ettirmek üzere yine bir İsveçli yazar tarafından kaleme alınmış. Bu detayı öğrendiğimde biraz canım sıkıldı çünkü taklit edilecekmiş gibi hissettim ancak sonuç hiçte umduğum gibi olmadı, yazar David Lagercrantz çok başarılı bir kitap çıkarmış ortaya. 

Wasp adı altında dünyaca ünlü olan bir bilgisayar hackerı Lisbeth Salander ve Millenium dergisinin sahibi araştırmacı gazeteci Mikael Blomkvist’in yolları yine bir cinayet ve araştırma dosyası üzerinde çalıştıkları esnada çakışır. Bu sefer hikâyede bir de savant olan bir otistik çocuk da var. August sorunlu bir çocuk ama bir dahi, sayılarla arası inanılmaz iyi, dehşet ötesinde resimler çizebiliyor ancak kimse ile konuşmuyor. Bu çocuğun bir cinayete tanıklık etmesi ile başlayan heyecanlı, tam bir film tadında bir roman. Serinin diğer kitaplarına nazaran biraz daha tekniğe girilmiş, matematik ve formüllerle dolu ancak bu okuyucu sıkmıyor. Ben en çok Blomkvist ve Salander’ın arasındaki güven ilişkisine bayılıyorum.

Altını çizdiklerim;

"Zekânın kendisi kestirilebilir bir şey değil. İnsan zekâsının bizi nereye götüreceğini bilemiyoruz. Süper zekânın ne yapacağını ise hiç kestiremeyiz."

"İktidar denilen şeyin, özellikle de denetimden uzak iktidarın insanı ahlaken çökerteceğini bizzat kendileri tecrübe etmişlerdi. En vicdansız, en rezil hacker saldırılarının, isyankarlar ya da yasa dışı hayat süren bireyler tarafından değil, halkı kontrol etmeye çalışan devasa devletler tarafından yapıldığını da çok iyi bilir ve bundan hiç hoşlanmazlardı."

Arka Kapaktan;

Halkı gözetleyenler, en sonunda halk tarafından gözetlenirler.

Lisbeth Salander, Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi NSA'in ağını hacklemiş ve çok önemli bazı bilgiler edinmiştir. Ejderha dövmeli kızın adaletsizliğe karşı duyduğu öfke hiç sönmeyecek bir alev gibidir, özellikle de o ateşi daha da harlayacak birtakım devlet sırlarını ele geçirdikten sonra.

Mikael Blomkvist, gecenin bir yarısı yapay zekâ konusunda uzman Profesör Balder'den gizemli bir telefon alır. Millennium'u içine düştüğü zor durumdan kurtaracak bir haberin kokusunu alan Mikael, profesörle görüşmeye gittiğinde örümceklerle dolu bir ağın içine düştüğünü fark eder. Ve işte böylece yıllar sonra 
Lisbeth'le yolları yeniden kesişir.

Korumak için öldürmeye hazır biri…

Gerçeklerin birbirine dolandığı bir ağ…

Ve avının peşini asla bırakmayacak bir örümcek.


Millennium serisi dördüncü kitabıyla bomba gibi geliyor. Örümcek ağına düşmeye hazır olun!