12 Kasım 2015 Perşembe

Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları- Ransom Riggs

Kapak fotoğrafına bakıp oldukça ürkütücü diyebileceğim bu roman içinde çok değişik bir konuyu barındırıyordu. Kitabı okumadan önce içindeki fotoğraflara bakarak bu nasıl bir hikaye ve bu insanlar kimdir diye meraklanmıştım. Açıkçası yetimhane vs yazılarını gördüğümde içinde taciz ve işkence  gibi konuların işleneceğini düşünmüştüm. Asıl hikaye ise biraz bilim kurgu tadındaydı, çocuk karakterleri biraz x-man filmindeki mutantlara benzettim. Romanın kurgusunu ve anlatımını çok beğendim, bir sayfada bize fotoğrafın hikayesini anlatması, sonrasında fotoğrafın karşımıza çıkması sanırım daha önce denenmemiş bir yazım türü.  

Arka Kapaktan;

Gizemli bir ada. Terk edilmiş bir yetimhane.  Fazlasıyla tuhaf fotoğraflardan oluşan bir koleksiyon.

Tüm bunlar kurgu ile fotoğrafçılığı nefes kesici bir şekilde bir araya getiren ve unutulmaz bir okuma deneyimi sunan Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları romanında keşfedilmeyi bekliyor.

Yaşadığı korkunç aile trajedisi yüzünden Galler kıyılarındaki, dünyadan uzakta kalmış bir adaya yolculuk eden on altı yaşındaki Jacob, burada Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocuklar Yetimhanesi'nin yıkıntılarını keşfetmekle kalmayıp, Bayan Peregrine'in çocuklarının sadece tuhaf olmaktan çok daha fazlası olduğunun farkına varır.

New York Times bestseller listesinden 108 haftadır inmeyen, aklınızdan çıkmayacak eski fotoğraflar eşliğinde okuyacağınız Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları, gölgelerde geçen bir macera arayan her yaştan okuyucuyu içine çekecek eşsiz bir roman.

"Gergin, duygusal ve tuhaf mı tuhaf bir ilk roman. Fotoğraflar ve metin birbirini tamamlayarak unutulmaz bir hikâye yaratıyor."
-John Green, Kâğıttan Kentler ve Aynı Yıldızın Altında kitaplarının çoksatan yazarı-

"Bu, hipsterlar için yazılmış bir Harry Potter kitabı. Geçtiği dünyaya ve verdiği hisse bayıldım."
-Felicia -Day-

"Fotoğraflar olmasa bile hikâye kendi başına yetermiş fakat fotoğraflar hikâyeye karşı konulmaz bir gizem ekliyor. Birinci gözden anlatı samimi, komik ve etkili. Serideki bir sonraki kitabı dört gözle bekliyorum."
-Rick Riordan, Percy Jackson ve Olimposlular serisinin yazarı

28 Ekim 2015 Çarşamba

Kafes- Josh Malerman


Çeşitli bloglarda ve internette o kadar çok tanıtımını gördüm ki normalde çok okuduğum bir tür olmamasına rağmen merakıma yenik düşerek kitabı aldım. Gerilim, korku pek okumam, çünkü etkileniyorum ama bu kitap için olumlu yorumlar okumuştum. Açıkçası gerilim beklentim de çok daha üst seviyelerdeydi, neyse ki bütün korkularım yersizmiş. İnanın ki haberlerde daha ürkütücü şeyler görüyor ve yaşıyoruz. Kitabın tanıtımları her ne kadar müthiş olsa da ben çok beğenmediğimi söylemek istiyorum.

Birinci sebep, daha fazla ayrıntıya ihtiyacımızın olduğu, çünkü olaylar ne sebeple veya ne tür canlılardan dolayı yaşandığını bilmek hayal etmemizi kolaylaştırabilirdi, ikincisi kitabın umarım devamı olacaktır çünkü sonu hiçbir yere bağlanmamıştı, üçüncüsü ise sürekli bir tekrar yaşanmasındandı. Evet, konu orijinal, karakterlerin gözleri bağlı, çocukların gözleri bağlı ama bundan sürekli bahsetmek kitabı gereksiz uzatmış gibi geldi bana. Burada yazdığım her türlü yorum benim kişisel yorumumdur ve bu hikâyeyi çok da beğenmediğimi ancak eğer filmi çekilirse efektler ile bizi daha çok etkileyeceklerine emin olduğumu belirtmek isterim. Okuduğum süre boyunca ben hiç gerilmedim, bu sebeple beklentimi maalesef karşılamadı.

Arka Kapaktan;

Dışarıda bir şey var…
Görülmemesi gereken korkunç bir şey… Ona atılan bir bakış kişiyi ölümcül bir deliliğe sürüklüyor. Ne olduğunu ve nereden geldiğini ise kimse bilmiyor.
Malorie ve iki çocuğu, olayların başlangıcından beş yıl sonra hayatta kalmayı beceren bir avuç insan arasındaydı. Nehrin kenarındaki terk edilmiş bir evde çocuklarıyla yaşayan Malorie, ailesinin güvende olabileceği bir yere gitmenin hayalini kuruyordu. Fakat onları bekleyen yolculuk tehlikelerle doluydu. Tek bir yanlış hamle ölümlerine yol açabilirdi. Ve onları takip eden bir şey vardı.

Bu bilinmeyene doğru gözbağının karanlığında yaptığı yolculukta Malorie sık sık geçmişi hatırlıyordu. Bilinmez tehlikenin karşısında bir araya gelerek hayatta kalmaya çalışan, kendisini de aralarına kabul ederek onu da kurtaran ev arkadaşları teker teker aklına geliyordu: Bir zamanlar yabancı olan bir grup insanın birer birer kapısını çaldığı evde kurdukları ortak hayat... Ancak sağ kalan ve kapılarını çalan insanlar arttıkça ortaya yüzleşmeleri gereken bir soru çıkmıştı: Herkesin aniden delirdiği bir dünyada kime güvenilebilirdi?

19 Ekim 2015 Pazartesi

Paris ve Londra'da Beş Parasız - George Orwell


Özellikle biraz da otobiyografik olduğunu duyduğum için okudum bu romanı, Orwell yine gerçekleri insanların yüzüne çarpmayı başarmış. Paris gibi dünyanın en şık şehirlerinden birisinde bile yoksul halkın açlığının sefaletinin aynı olduğunu yaşayarak öğrenmiş ve bizlere anlatmış. Paris’teki restoranlar ile ilgili kısımları özellikle dikkatimi çekti diyebilirim, çünkü hayalimizde hep en şık, en zarif lokantaların arka mutfaklarında kimler çalışıyor ve nasıl bir sefalet var çok net anlatılıyor. Üzerindeki kıyafetleri rehinecilere verenler ya da satmaya çalışanlar, yerdeki izmaritlerden sigara ihtiyaçlarını gidermeye çalışanlar, günde neredeyse 20 saat çalışarak sadece bir parça ekmek ve pis, derbeder bir dam altında uyumayı kazanabilenler ile dolu bu kitap. Yazar, Londra’ya gittiğinde de durum pek farklı değil hatta daha da ağır şartlarla karşılaşıyor, bu yüzden çok milliyetçi bir kitap olduğunu söylemeyeceğim. Yazarın, daha önce Aspidistra, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Hayvan Çiftliği kitaplarını da okuyup çok beğenmiştim.

Altınız çizdiklerim;

Yine de meteliksiz kalmanın bana kesinlikle öğrettiği bir iki şeyi gösterebilirim. Bir daha hiçbir zaman berduşların sarhoş birer ahlaksız olduğunu düşünmeyeceğim, bir peni verdim diye bir dilencinin bana minnet duymasını beklemeyeceğim, işsizler uyuşuksa buna şaşmayacağım, selamet ordusuna para vermeyeceğim, giysilerimi rehine koymayacağım, sokakta birisinin uzattığı el ilanını geri çevirmeyeceğim, şık bir restoranda yediğim yemekten tat almayacağım. Bu, bir başlangıç.

Arka Kapaktan;

Beş parasız kalmaktan o kadar çok bahsetmiştiniz ki; eh, işte beş parasız kaldınız ve hâlâ ayaktasınız." Paris ve Londra'da Beş Parasız, 20. yüzyılın en büyük romancılarından George Orwell'in, Avrupa'nın iki büyük şehrinde, Paris ve Londra'da yaşadığı sefaleti olanca gerçekliğiyle anlattığı, son derece önemli bir eser. Bir gün Paris'in orta yerinde meteliksiz kalan genç yazar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmeye başlar. Rehineciler, iş bulma kurumları, umut tacirleri, karın tokluğuna günde on yedi saat çalışılan karanlık otel mutfakları arasında sürüp giden Paris macerası, yazarın güç de olsa kendini Londra'ya atmasıyla sona erer ama Londra'da onu çok daha ağır şartlar beklemektedir.


Orwell, modern insanın ısrarla görmezden geldiği bir dünyanın kapısını aralıyor. İşsizlik, evsizlik, açlıkla damgalanan bu dünyanın insanları izbe pansiyonlarda, berduş barınaklarında yaşıyor, hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyorlar. Paris ve Londra'da Beş Parasız, köleliğin hiçbir zaman, modern zamanlarda bile ortadan kalkmadığını, sadece görünüm değiştirdiğini anlatıyor.

7 Ekim 2015 Çarşamba

Trendeki Kız - Paula Hawkins


Sosyal medya hesaplarında sürekli gördüğüm ve hep güzel yorumlar alan bu kitabı gerçekten merak ettiğim için okudum.  Normalde bu kadar reklamı yapılan kitaplar hakkındaki yorumların biraz şişirme olduğunu defalarca tecrübe etmiş bir okur olarak biraz önyargı ile kitaba başladığımı da itiraf etmem gerekiyor. Ancak, korkularım yersizmiş, çünkü kısa bir sürede ve merakla okuyup tamamladığım bu kitabı sevdim ve sıkılmadan okudum. Kitap beş, altı ana karakter etrafında dönüyor, onların hatıralarından parça parça okuyucu tarafından birleştirildikçe ilginçleşmeye başlıyor.  Rachel, işten atılmış ve eski kocasına hala âşık bir kadın, aynı zamanda alkolik olduğundan sürekli problemler yaşıyor. Trende seyahat ettiğinde önünden geçtiği evlere dikkatle bakıp kendi aklından hikâyeler yazıyor. Ancak bir gün hiç tahmin etmediği olaylar görüyor ve diğer ana karakterlerden Megan’ın ortadan kaybolması ile bu işle ilgilenmeye başlıyor. Her karakterin kendine özgü bir anlayışı ve yaşam tarzı bulunmakta. Bir sayfada Anna’ya kızarken diğerinde Rachel’a sinir olabiliyorsunuz. Açıkçası belli bir noktaya gelene kadar benim katil zanlısı olarak başkasını düşünmüştüm, bu anlamda yazarın güzel ters köşe yaptığını belirtmeliyim. Bu kitabın filmi çekilecek mi bilmiyorum ama ciddi anlamda gişe yapacağına eminim.

Arka Kapaktan;

Rachel her gün aynı trene binip aynı çifti izliyordu. Çiftin başına gelenleri bütün ülke duyduktan sonra, hayatlarına dâhil olmaya karar verdi.

 "Büyüleyici, sürükleyici, üst seviye bir gerilim. Mutlaka okuyun!"

-S.J. Watson-

"Hem karakter yaratımı hem olay örgüsü muhteşem, harika bir kitap! Yeni neslin Alfred Hitchcock'u." -Terry Hayes-

"Zeki, gerilim dolu ve baştan aşağıya sürükleyici bir roman."

-Lisa Gardner-

"Aklınızı başınızdan alacak, zekice yazılmış bu psikolojik-gerilim romanı hem muhteşem hem de tren enkazı kadar korkunç!"

-Publishers Weekly-

"Nefesleri kesen bir ilk roman. En dikkatli okurlar bile, Hawkins olayları teker teker açığa çıkarıp, aşkın ve takıntının şiddetle olan kaçınılmaz bağını ortaya koyarken şaşırmaktan kendilerini alamayacaklar." -Kirkus-

"Trendeki Kız, her şeyi anladığınızı düşündüğünüz an sizi farklı bir sürprizle karşılıyor."

-Entertainment Weekly-

18 Eylül 2015 Cuma

Gösteri Peygamberi - Chuck Palahniuk


Yeraltı Edebiyatının en iyi yazarlarından Chuck Palahniuk’tan daha önce Dövüş Kulübü’nü okumuş ve çok beğenmiştim. Kendisi tüm kitaplarını bitirmek istediğim yazarlardan.

Bu sefer ikinci kitabı Gösteri Peygamberi’ni okudum ve inanılmaz beğendim. Palahniuk’un satır aralarında verdiği mesajlara bayılıyorum. Bu romanda bir kilise doktrini ile büyüyen ve sonra şehre yani gerçek hayata yollanan bir misyonerin hikâyesi anlatılıyor. İşin ilginç olan kısmı ise kiliseye bağlı olan kişilerin birer birer intihar etmesi ve en sona karakterimizin kalması ile kendisinin vahşi tüketim toplumu tarafından bir anda yüceltilip bir anda alaşağı edilmesinden bahsediliyor.

İlk zamanlarında tamamen öğretilere uygun yaşayan bu adam zaman içinde değişim gösteriyor, özellikle tanıştığı bir kadın onu hayatına çok büyük etkilerde bulunuyor. Roman bir düşmek üzere olan bir uçakta karakterin hikâyesini anlatmasıyla sondan başa doğru ilerliyor.

Palahniuk’un uçaklarla ve kimyasallarla ilgili nasıl bir takıntısı var bilmiyorum ama bunların hem Dövüş Kulübü’nde hem de Gösteri Peygamberi’nde öyle güzel kullanmış ki hayran olmamak elde değil.

Altını çizdiklerim;

“Eğer kimse izlemiyorsa herhangi bir şey yapmanın çok anlamsız olduğunun farkına varıyor insan.”

“Bir şeyler yapıyor olmanızın hiçbir önemi yok. Eğer yaptıklarınızı kimse fark etmiyorsa, hayatınız koca bir sıfırdan ibarettir. Boştur. Anlamsızdır.”

“Geleceğe güvenmiyor oluşumuz, geçmişimizden kopmamızı zorlaştırır. Geçmişte kim olduğumuz konusundan bir türlü uzaklaşamayız.”

“İnsanların hepsi tutacak bir el arıyor. Rahatlatılmak istiyor. Her şeyin yoluna gireceğine dair sözler istiyor.”

“sakin olun. Herkes derin derin nefes alsın. Hayat güzeldir. Olduğunuz gbi davranın ve nazik olun. Sevginin kendisi olun. Sanki sevgi varmış gibi.”

“Sıradan insanların sahip olamadığı her şeye sahip olmak zorundasınız. Onların başarısız olduğu alanlarda, siz sonuna kadar gidebilmelisiniz. İnsanların olmaya korktukları şey olursanız, onların hayranlığını kazanırsınız.”

“Hepimiz aynı televizyon programları ile büyüdük. Sanki hepimize aynı suni hafızadan takılmış. Çocukluğumuzla ilgili hiçbir şeyi hatırlamazken, komedi dizilerindeki ailelerin başına gelenlerin hepsini gayet iyi biliyoruz. Hepimizin belli başlı hedefleri aynı. Hepimizin korkuları aynı. Çok yakında aynı anda aynı şeyleri düşünmeye başlayacağız. Mükemmel bir uyum içinde olacağız. Senkronize. Birleşmiş. Eşit. Kati. Karıncalar gibi. Böcekler gibi. Koyunlar gibi.”

Arka kapaktan;

Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı... Televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk... Gösteri Peygamberi, yeni bir binyılın başındaki modern dünyanın ürkütücü çılgınlığına ilişkin karanlık bir taşlama; medya, şöhret ve pop kültürüne yönelik sivri dilli bir aşağılama... Tender Branson, Creedish mezhebinin dünyadan yalıtılmış sahte cennetinde doğup büyümüş ve dış dünyaya gönderilmiş binlerce misyonerden biri. Kilise doktrinine göre görevi, yaşadığı sürece çalışmak ve gerekli olduğunda ölmek. Kaderi beklenmedik biçimde değişip onu şöhretin doruklarına taşırken aynı zamanda medya ve popüler kültürün içyüzüyle tanıştırıyor. Yarı tanrıya dönüşme yolunda yaşadıkları yakında yüzleşeceğimiz kıyametin çarpıcı bir habercisine dönüşüyor... Branson, mezhepte kendisine zaten hiç verilmemiş olan hayatı dış dünyanın çirkinliğine sonuna kadar gömülerek yok etmeyi deneyecektir. Ne var ki, hayatına karışan gizemli Fertility Hollis'e göre, kendine bir kader çizmeye çalışması anlamsızdır. Olacaklar zaten bellidir ve olmak zorundadır... Ve intihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark gazetede manşet olmaktır. Chuck Palahniuk, önlenemez kaderine doğru nefes kesici bir hızla sürüklenen kahramanın gözünden tüketim toplumunun hastalıklı ve anlamsız yaşam biçimini bize bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Dövüş Kulübü'nün yazarından, en az ilki kadar çarpıcı bir roman, benzersiz bir yeraltı edebiyatı örneği.

28 Ağustos 2015 Cuma

Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları: TOPRAK - Buket Uzuner


Geçen sene serinin ilk kitabı olan Su’yu okumuş ve çok beğenmiştim. Özellikle yazarın çevrenin ve doğanın korunması konusunda farkındalık yaratması beni kitaba ayrıca bağlamıştı. Bu sene serinin ikinci kitabı Toprak ile yine gazeteci Defne Kaman’ın ortadan kaybolmasıyla ilgili olan hikaye Anadolu’nun ortasında Çorum’da geçiyor. Bu sefer tarihi eser kaçakçılarıyla ilgili bir yazı dizisi peşinde olan Defne Kaman aniden ortadan kayboluyor ve Umay nine ve sahaf Semahat bu olayı duyar duymaz Çorum’a seyahat ediyorlar. Kitabın en çok ana fikrini seviyorum, çünkü üzerinde yaşadığımız toprakların tarihi ve çevre açısından önemlerini bizlere tekrar tekrar hatırlatırken arada eski efsane ve mitolojik unsurlara da çokça yer verilmiş durumda. Bunu okumak her ne kadar keyifli ise de bilgi çokluğu karşısında zaman zaman ana hikâyeden koptuğumu fark ettim. Bu roman üzerinde çokça çalışılmış olduğu her halinden belli olan bir roman. Tavsiyem önce Su kitabının okunması yönünde. Ben önümüzdeki sene çıkacak olan Hava kitabını da heyecanla bekliyorum.

Altını çizdiklerim;

“Sevdiğimiz birini toprağa verdiğimizde, onu kaybetmenin derin acısını yine toprakla temizleriz. Toprak, bize binlerce yıldır karşılıksız olarak sadece nimetler sunan, evimiz yerimiz, yurdumuz ve/veya hakkını yediğimizde kıtlık, depremi, erozyon ve yanardağlarıyla belamızı veren bir kum parçası değildir. Toprak, aynı zamanda içinde, altında ve üstünde yaşayan milyonlarca canlıyla orta ve üst dünyadaki bütün canlara can katan ‘alt Dünya’nın da’ ana vatanıdır.

“Sonuçta herkes görmek istediğini görür, herkesin algı kabı kendi gönlü kadar büyüktür.”

“Parasız güç itibardır ve asla satın alınamaz.”

“Tek bir kıvılcım büyük yangına sebep olur.”

“Bir kadının en güzel olduğu zaman, kendini güzel hissettiği andır.”

“Aşağılanma ve dışlanma korkusuyla her an bütün devreleri yanmaya hazır bekleyen insan beynini mucizevi dokunuşla iyileştiren sihirli sözcüklerden biridir: hepimiz”

“Gürültü, düşünceleri bulandırır. Aklınızı dinlemek için sessizlik şarttır.”

Arka Kapaktan;

Çorum'da Hitit dönemine ait büyük bir tarihi eser hırsızlığını araştıran gazeteci Defne Kaman ortadan kaybolur. Gazeteci kadının en son görüldüğü antik Hitit kalıntısı Yazılıkaya'da ortaya çıkan geyiğin nöbet tutması, bir efsane gibi Çorum'da kulaktan kulağa yayılmaya başlar.

Olayın büyümesi üzerine, Defne Kaman'ı canlı bulmak için şehrin valisi, emniyet müdürü ve Türkiye'nin ilk eko-hacktivisti olduğunu iddia eden Karaca canla başla çalışmaya başlar. Bu sırada sosyal medyada #DEFNEKAMANNEREDE etiketiyle birleşen gençler eylem yapmak için Çorum'a yola çıkarlar.

TOPRAK, okuru bir yandan kayıp bir gazetecinin izinde Anadolu'da, sürükleyici bir maceraya davet ederken, kadim Kamanlık (Şaman) geleneğimizin TOPRAK ETİĞİ VE HAKKINA saygı gösterdiğini hatırlamamız için psiko-mitolojik bellek arayışını da sürdürüyor.

Türk mitolojisinde temsil edildiği 'alt dünya' söylenceleri ve gezegenimizin ana rahmi; tohumdan-insana bütün canların yuvası olan TOPRAK, bu romanda okura ekolojik bir alt metin okuması da sunuyor.

"Buket Uzuner, Türk Şamanizmi'ni evrensel değerlerle bugüne aktarmakta büyük başarı kazanıyor.[Tabiat Dörtlemesi] Buket Uzuner yaratıcılığının en güzel simgelerinden…"
-Talat S. Halman-

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Çiğdem Külahı - Ahmet Büke


İlk defa Ahmet Büke okudum ve çok sevdim. Bu kitabının içindeki yimi beş adet sizi hiç yormayacak kısacık öyküler bulunmakta. Kitaba adını veren Çiğdem Külahı kelimeleri ise bir öyküsünün içinde geçiyor. Sanırım en sevdiğim de o öykü oldu Ahmet Büke çok yalın bir dil kullanarak, bizden birisi gibi yazmış öykülerini, okurken hiç yabancılık çekmiyor, doğrudan hikâyenin içine giriyorsunuz. Samimi olan her romanı, öyküyü severim. Yazarın diğer kitaplarını da okunacaklar listeme ekledim.

Altını çizdiklerim;

“Çocuklara verilecek en büyük koz gözyaşlarıydı. Onlar ağlayan birinin her zaman daha fazla ağlayabileceğini bilirler. Bu bitmez bir eğlence gibidir.”

“Dünyanın en kötü şeyi böyle bir hayatı yaşamak galiba. Unutup tekrar hatırlamak. Hatırladıklarının yaşadığın zamandan daha önce ya da sonra olması. Bir türlü “şimdiki ana” ait olamamak. Daha doğrusu “yaşanan anı” anlamdıramamak. Ben buna “bir kefesi boş kalmaya mahkûm terazi dengesi” diyorum. Terazi hep dengede ama bir kefesi boş, bomboş hem de. Diğer kefede zaman akıp duruyor. Zamana başka bir ana atladıkça, dengeyi gösteren tırnaklar biraz oynuyor, kalkıp iniyor, sonra karşı karşıya duruyorlar.”

Arka Kapaktan;

"Orada oturmuş her şeyi tersine çevirebilir miyim, diye düşünüyordum. Bu mümkün müydü? Altımda çırpınan suya baktım. Dipteki midyelere, sağa sola kıvrılan yosunların arasında gizlenen küçük balıklara baktım. Çok çaresizdim aslında. Yine de ayıpladım kendimi. İzmir çok büyük geldi bana. Sokaklarında kaybolurum, diye düşündüm. Dizlerim yandı. Eğilip denize dokunayım dedim. Durdum. Bu şehir, parmaklarının ucunda sigara tutan bu sarı duman izi çok korkuttu beni."

Çiğdem Külahı, genç kuşak öykücülerimizin önde gelenlerinden Ahmet Büke'nin 2006 yılında yayımladığı ikinci öykü kitabı. Kitapta yirmi beş kısa öykü yer alıyor. Bu öyküler, su yüzüne çıkmamış ama hep varlığı hissedilmiş acıların, isyanların, çevremizde olup bitenler karşısında duyulan öfkenin izini taşıyor. Ahmet Büke kendine özgü dili ve duyarlı anlatımıyla okurunu daha ilk sayfalarda kendi ayrıksı dünyasına çekmeyi başarıyor.

21 Temmuz 2015 Salı

Kör Baykuş - Sadık Hidayet



Bu kitaptan sonra anladım ki doğu edebiyatında aşkın tadını başka kitaplarda bulmamız çok zor Sadık Hidayet’in karamsarlıkla dolu bu aşk romanı hayalden gerçeğe, gerçeklerden de hayale öyle bir geçiş yapıyor ki, sadece doksan sayfa olan bu romanı bir çırpıda okuyabilmek zorlaşıyor. Yazarın, karısına duyduğu ümitsiz aşkı onu bambaşka düşüncelere ittikçe ben biraz Anayurt Oteli’ndeki Zebercet biraz da Kürk Mantolu Madonna tarzı hissederek okuduğumu fark ettim… Yusuf Atılgan ve Sabahattin Ali’nin içine kapanık tasvirlerini sevenler bu kitabı kaçırmasınlar. İran edebiyatı bundan sonra takip edeceğim bir edebiyat türü olarak da gönlüme tahtını kurdu.  Bu arada önsöz kadar sonsöz de mutlaka okunmalı.

Arka Kapaktan;

Kör Baykuş 1977'de Behçet Necatigil'in unutulmaz çevirisiyle Varlık Yayınları'ndan çıkmıştı. Philippe Soupault'nun "Yirminci yüzyılın düşlemsel edebiyatında bir başyapıt", Andre Breton'un ise "Başyapıt diye bir şey varsa o da budur" sözleriyle nitelediği bu kült romanı, yine Necatigil'in çevirisinden, Necatigil'in "önsöz"ü ("Türkçede İran Edebiyatı ve Doğumunun 75. Yılında Sadık Hidayet") ve Bozorg Alevi'nin "sonsöz"ü ("Sadık Hidayet'in Biyografisi") ile sunuyoruz.

 

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Arjantin Rüyası - Tuğrul Türkkan


Yazarından hediye olarak yollanan bu kitabı çok beğendim. Özellikle ismi ile beni etkiledi, ilk sayfasından itibaren de sürükleyici olan bu kitap beni kendine bağladı. Yazarın ilk kitabı olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum.  İş için sürekli seyahat eden Kerem Laçin, sıkıntılı bir yolculuk sonunda Buenos Aires’e ulaşmayı başarıyor ve burada çok güzel bir kızla sohbet ediyor. Kızın çok etkileyici yeşil gözlerinde kaybolan Kerem maalesef ki kızın adını bile öğrenemeden yanından ayrılmasına izin veriyor. Tek duyduğu kızın Rosa Verde diye bir yere gideceği. Rosa Verde’nin anlamı yeşil gül demek. Bunu ipucu olarak kabul eden Kerem her yerde kızı aramaya başlıyor ve bambaşka olayların içine giriyor. Kitap bir platonik aşk romanı olmasının dışında edebiyat, astral seyahat, rüya tabirleri gibi enteresan bilgiler de içermekte. Bu da kitabı daha ilginç bir hale sokuyor.  Sadece kitabın sonundaki sürprize şaşırdığımı söylemek isterim, kendi adıma çok daha pembe bir son hayal etmiştim J Yazarın kendisine tekrar teşekkürlerimi sunuyor, bol okuyuculu bir roman olmasını diliyorum.

Altını çizdiklerim;

“kadının güzelliği elde edilememesidir.”

“İyilik de her türlü faydacı. Güçsüzlerin iyiliği bir çeşit şirinlik, başkalarına yaranmak için. Güç sahibi olanın iyiliği ise etrafa ya da yukarıya bir gösterişten ibaret. Ya da bazen sadece kendine!”

“Mutluymuş gibi davran, bir süre sonra kendini mutlu hissedersin”.

“Çünkü zevkli insanlar sıradan şeylerden zevk alamıyorlardı. Hâlbuki yaşamın büyük kısmı sıradanlıktan ibaretti. Damak tadın çok gelişmişse, vasat şarapları beğenemiyordun; kulağın çok gelişmişse, eğlencelik şarkıları, türküleri sevemiyordun; edebi zevkin yüksekse, polisiye romanlardan, film zevkin gelişmişse, basit aksiyon filmlerinden haz etmiyordun. Hâlbuki sofistike zevkleri olmayanlar bunların hepsinden gayet keyif alıyorlardı”.

Arka Kapaktan;

İş için Arjantin'e giden Kerem Laçin'in havaalanında genç kızla ayak üstü sohbeti sıradışı bir yolculuğa dönüşür. Çekici yeşil gözlere sahip genç kızın ismini dahi öğrenememiştir - tek bildiği, kız telefonda konuşurken kulak misafiri olduğu, "Yo voy a Rosa Verde" cümlesidir. Yeşil gözlerin efsunuyla Buenos Aires sokaklarında başlayan arayışta, Kerem Laçin'in tuhaf ve romantik içsel yaşamının derinlerine iniyoruz. Tuğrul Türkkan'ın ilk romanı romantik aşka ve metafizik anlam arayışına farklı yönlerden bakmakta.

Roman kahramanlarının psikolojik geçişleri romandan bir an bile uzaklaşmanıza izin vermiyor. Baudelaire'in ünlü dizesinden Arjantin'in büyülü dünyasına doğru bir serüven bekliyor bizi: Tuvalde belirsiz bir görünüştü, Ressamın düşle tamamlayacağı...

18 Haziran 2015 Perşembe

Sayıklamalar - Ferhat Uludere


Bir süredir sınav hazırlıklarımdan dolayı istediğim gibi kitap okuyamıyorum ve blog ile ilgilenemiyorum. Okuduğum kitapların da beni yormayacak incelikte olmasına özen gösteriyorum. Ferhat Uludere’nin daha önce 1001 Fıçı Bira isimli kitabını okumuş ve çok eğlenmiştim. Yitik Ülke Yayınları’ndan ilk kitabının tekrar basıldığını duyduğumda ise tereddüt etmeden aldım. Yaklaşık 5 gün boyunca yanımda gezdirdiğim bu kitabı iki saatte okuyup bitirdim ve inanılmaz beğendim. Sadece doksan sayfa olan bu kitapta altını çizdiğim cümleler ve paragraflar oldu. Daha başındaki önsözü ile beni bağlayan kitabı elimden bırakamadım. En sevdiğim cümleler ise şöyle…

“Zamanı tüketmek zorunda olmak dışında yapabilecek bir şeyim yok. Yine de zamanla işimin daha bitmediğine inanıyorum bir saatimin olmayışı zamanı daha da soyut kılıyor. Soyutlaştıkça, ona karşı savaşım azalıyor”

“Bu hayatta her şeyi bir tören havasına büründürmeli insan, her şey ibadet gibi olmalı. Tanrı dediğiniz, boşluktan oluşan varlığı düşünerek bütün kutsallığı ona ayırdınız. Doğaya ve yaşama sunulması gereken ibadeti ortadan kaldırdınız. Onları, varlıklarının dışına çıkarmaktan korktunuz. Asıl tembel sizlersiniz..”

“Beyin; Tanrı’nın insanı cezalandırmak için yarattığı bir işkence aleti. Beyin olmasaydı, hiçbir şey var olmayacaktı. Işığı bilemeyecektim, arzulamayacaktım onu. Burada olmayı kabullenecektim. Hayvansı bir yaşam yaratabilirdim burada.”

Arka Kapaktan;

Sayıklamalar, Ferhat Uludere'nin ilk kitabı. İnsanı etkileyen hikâyelerin olduğu bir kitap. Yaşamak yıllarla ölçülen bir şey değildir, ama bu öyküler sanki daha çok yaşamış birinin elinden çıkmış izlenimi uyandırıyor. Bu yüzden de hikâyeler yürek burkucu ve etkileyici. Ben şahsen, kimine önceden aşina olduğum halde hepsini okudum, sonra kimine bir kez daha baktım. Sonra da, uzun süre aklıma takıldıklarını fark ettim. Daha doğrusu aklıma takılan tek tek hikâyelerin kendilerinden çok, bir dünyaydı, Ferhat tarafından yaratılmış bir dünya: Çaresiz bir yalnızlık güzellemesi, imkânsız bir ilişkiler bütünü, loş odalar, yağmur, ne yaptığını bildiğini sanan insanlarla kendisine neyin niye yapıldığını anlamayan insanlar. Ve bir tür üçüncü göz sahibi, yaradılış yumağının nedenini ve hikmetini anlamamış (belki de, zahmet etmemiş) bile olsa, nasıl sarıldığını bilen bir insan. Dünyayı bize kendi köşesinden bakarak anlatan, her zaman anlatıcı olmayan bir anlatıcı. Ferhat dünyaya biraz da Borges gibi bakıyor. Gören gözlerin sathi taramasından çok, görmeyen gözlerin deşici eşici bakışıyla…

-Sevin Okyay-

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Masalını Yitiren Dev- Adnan Binyazar



Hiçbir kitaptan böylesine etkilendiğimi hatırlamıyorum. Adnan Binyazar’ın okuduğum ilk romanı aslında belki otobiyografisi desem daha doğru olacak. Kendi çocukluğunda yaşadıklarını öyle bir dille anlatmış ki, bu küçük çocuğa acımıyor onun bir an önce başarılı ve varlıklı bir adam olup, yaşadıklarını unutmasını istiyorsunuz. Çok zor bir aile, sürekli yarı yolda bırakan bir baba ve hayata tutunmaya çalışan iki erkek kardeşin hikâyesi Masalını Yitiren Dev. Dediğim gibi belki acıklı bir dille yazılsaydı herhangi bir yoksulluk, parçalanmış aile hikâyesi diye okuyabilirdim bu kitabı ancak Binyazar’ın kalemi farklı, okuyucuyu başka bir yerden yakalıyor. Yazarın diğer kitaplarını da okumak için can atıyorum.

Altını çizdiklerim;

“Yoksullukla hastalık ikiz kardeştir.”

“Mutluluk yok diyenlere inanmayın; yeryüzünde acıma duygusunu yitirmemiş bir tek insan kalıncaya dek, mutluluk da var olacaktır.”

“Gerçekte mutluluk, acıların önüne gerdiğimiz yanıltıcı perdelerdir.”

“Demek, insan kendi doğal varlığına aldırmıyor da, karşısında kopyasını görünce çıldırıyordu.”

“İnsan her şeyini yitiriyor da, utanma duygusunu yitirmiyor.”

“İnsan çektiği acıları unutmayı bilmese ne olurdu acaba? Demek beden gibi, duygular da sürekli onarıyor kendini.”

“Roman kişilerinin kendine özgü acıları olduğu gibi, kendini roman kişisinin yerine koyup bu acıları derinliğine duyumsayan okurlar var.”

“Kitaplar bana inceliklerin dünyasını açıyordu. Kitap okumayanın her şeyden yoksun kalacağını düşünüyordum. Okuyan, okuduğu kitabın dünyasına karşılık verecek birikimler edinmeliydi. Kitabın karşılıklı bir etkileşim olduğunu sezmeye başlamıştım. Bu merakla yazarların, ressamların, bestecilerin yaşamlarıyla ilgili kitaplara yöneliyordum. Onların içinden biri gibi görüyordum.”

Arka Kapaktan;

Masalını Yitiren Dev, ilkokula on dört yaşında başlayan bir edebiyat adamının, Adnan Bïnyazarın çocukluk ve ilkgençlik anılarından oluşuyor. Diyarbakırda başlayan, yoksulluk içinde geçen bir çocukluk, dağılmış bir aile, çocuk yaşta girilen çalışma hayatı, acımasız koşullar. Anı gibi değil de bir roman gibi okunan bu kitapta Adnan Binyazar, hayatla olan mücadelesini hiçbir abartıya, duygusallığa yer vermeden, son derece nesnel bir tavırla aktarmış. Yaşadıklarını anlatırken, o günlerin Türkiyesinden çok canlı kesitler veriyor. Ağından Diyarbakıra, Elazığdan İstanbula uzanan coğrafyada, anasını-babasını, ustasını, Haco Bibiyi, Valentinoyu, Möhoyu, Zeko Bibiyi, birer roman kişisi gibi canlı ve kalıcı kılabiliyor. Yazılısı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım ben, diyor yazar; onun için yazmakta hep duraksadım. Çünkü yaşadığınız olayları anlatıya dökerken, gözü yaşlı sözcüklerin tuzağına düştünüz mü, televizyonlarda her gün onlarcası görülen yerli filmlerin ya da bayatlamaktan iyice kokuşmuş dizilerin başkişisi oluverirsiniz. Adnan Binyazarın son derece akıcı bir anlatımla, ustalıkla kullandığı Türkçesiyle kaleme aldığı, bir dönem Türkiyesine ışık tutan, o günlerden insan manzaraları sunan roman tadındaki anıları ilgiyle okunuyor.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Amerigo - Stefan Zweig


 
Zweig’ın karakter tanımlarını oldum olası seviyorum. Bu kitabı diğerlerinden biraz farklı çünkü gerçek bir insanın biyografsi niteliğinde. Amerika’ya adını veren Amerigo Vespucci’nin hikâyesini komik rastlantısal öğeler ile süsleyerek anlatmış bizlere. Kristof Kolomb tarafından bulunan anakaranın adı neden Amerigo oldu? Aslında anakaryı kim keşfetti, kim yazdıklarıyla tarihe olmadık şekillerde yön verdi gibi konuların üzerine yazılan kısa ama eğlenceli bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Kitapta en sevdiğim cümle ise şuydu;

“İnsanlık yeni bir şey bulduğunda ilk iş olarak onu adlandırmak; coşku duyduğunda da şevkini dudaklarından kopan sevinç nidalarıyla duyurmak ister.”

Arka Kapaktan;

Hem düşsel hem de tarihsel karakterler üstüne yorumlarıyla tanıdığımız Stefan Zweig'ı derin karakter incelemelerine yönelten, psikolojiye ve Freud'un öğretisine duyduğu ilgidir. Beş tarihsel kişiliğin portrelerini içeren Yıldızın Parladığı Anlar, Fransız Devrimi'nde bir politikacının portresi niteliğindeki Joseph Fouché'yle birlikte Amerigo da Zweig'ın nesnellikten çok sezgiye dayanan yaşamöykülerinin en başarılarından biridir. Zweig, bu yapıtında, bugün Amerika adıyla bildiğimiz anakaranın bu adı alışının ardındaki inanılması güç rastlantılarla örülü 'yanlışlıklar komedyası'nı anlatır. Kristof Kolomb'un keşfettiği toprakların 'yeni bir dünya' olması gerektiği kanısına varan İtalyan denizci Amerigo Vespucci, ün peşinde koşan bir sahtekâr mıdır, yoksa adını tarihe yazdırmayı hak eden bir bilge mi? Zweig, esrar perdesini aralamaya çalışırken, Amerigo Vespucci'nin yaşamöyküsünü yaratıcı bir anlatıya dönüştürüyor, usta işi bir yapıt sunuyor bize.

 

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Düşüş- Albert Camus



Daha önce “Yabancı” isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Düşüş ise biraz daha farklı Amsterdam’da bir barda oturan iki adamdan birisi olan Jean Baptiste Clamence’in yanındaki adama kendisini anlatmasından oluşan monolog tadında bir roman. Aslında roman da değil, tamamen monolog. Clamence bir avukat ve kitabın başında kendisinin ne kadar iyi ve doğruluktan yana olduğundan bahsederken sonlara doğru aslında yapayalnız bir adam olduğunu fark etmemizi sağlıyor. Zamanın Avrupa’sına karşı ciddi eleştiriler bulunan bu kitapta özellikle Nazi akımı ile ilgili yorumlarına neredeyse %100 katılarak okudum.  Kitap sadece yüz sayfa ama o kadar çok cümlenin altını çizmişim ki, her cümlede başka bir anlam ve heyecan duydum. Bir kaçını sizinle paylaşmak isterim.

Altını çizdiklerim;

“Yahudi mahallesinde oturuyorum, hani Hitlerci kardeşlerimizce meydan haline getirilmeden önceki adıyla Yahudi mahallesinde. Ne temizlik! Yetmiş beş bin Yahudi sürülüyor ya da öldürülüyor, havasız bırakarak yapılan bir temizlik bu. Ben bu uygulamaya, bu yöntemli sabra hayranım! İnsanın karakteri olmadı mı, bir yöntem bulması gerek. Burada bu yöntem harikalar yarattı doğrusu, ben de tarihin en büyük suçlarından birinin işlendiği yerde oturuyorum.”

“Niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur.”

“yaşam benim için gittikçe daha zorlaşıyordu; beden keyifsiz oldu mu, yürek de ölgünleşir. Bana öyle geliyordu ki, öğrenmemiş olduğum, ama yine de çok iyi bildiğim bir şeyi, yani yaşamayı unutuyordum.”

“Mutluluğunuz ve başarılarınız, ancak bunları cömertçe paylaşmaya razı olduğunuz takdirde affedilir.”

Arka Kapaktan;

Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca "Sisifos Söyleni" ve "Başkaldıran İnsan"la da alırdı belki. Ama Camus'yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. "Yabancı" (1942), "Veba" (1947) ve "Düşüş"se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazınseverler bu üç başyapıt arasında daha çok "Düşüş"ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence'ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. "Düşüş"ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus'nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek.

8 Mayıs 2015 Cuma

Kırmızı Defter - Paul Auster


Tesadüflere inanan birisi iseniz bu kitabı mutlaka okumalısınız. Yok canım bu kadar da olamaz dediğiniz, sizi şaşırtacak on üç hikayeden oluşan bu kitap Paul Auster’in kendi hayatında tanık olduğu ve yakınlarından duyduğu tesadüf hikayelerini topladığı bir kitap. Okuması çok keyifli ve akıcı bir dile sahip. Bu kitabı okuduktan sonra belki siz de hayatınızda yaşadığınız tesadüfleri not almayı düşünebilirsiniz, çünkü kitap bende böyle bir etki yarattı.
Arka Kapaktan;
Kırmızı Defter, çağdaş Amerikan edebiyatının en yaratıcı yazarlarından Paul Austerın çok özel dünyasına girmek için belki de ilk adım. Çünkü bu kitaptaki öyküler, onun ya gerçekten yaşadığı ve tanık olduğu ya da başkalarından dinlediği gerçek olaylara dayanıyor. Kendisinden, ailesinden ve yakın arkadaşlarından verdiği örneklerle her birimizin yaşamımızın belli anlarında başına gelebilecek küçüklüğü, büyüklü, tuhaf ve gizemli, gülünç ve trajik olayların, insan denen varlığın önceden bilinmeyen, değişken doğasını nasıl ortaya çıkardığını kanıtlıyor. Romanlarında olduğu gibi, bu kitabındaki öykücüklerinde de Paul Auster, içten ve yalın anlatımıyla rastlantıların insan yaşamındaki öneminin altını çiziyor ve onların hem yazdıklarını, hem özel yaşamını nasıl etkilediğini gösteriyor.

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Aile Çay Bahçesi - Yekta Kopan


İnanılmaz akıcı bir dile sahip, neredeyse bir günde bitirebilecek bir roman. Yekta Kopan’ın daha önce iki tane öykü kitabını okumuş ve sevmiştim, bu kitabında da yine öykülerindeki tadı aldım diyebilirim. Aile içinde parçalanmışlıkları ve evin büyük kızı Müzeyyen’in kardeşi Çiğdem’in doğumu ile yaşadığı itilmişlik, geri planda kalmışlık hissini anlatan bu kitabı okumak lezzetliydi. Müzeyyen ve Çiğdem’in yıllar sonra babasının rahatsızlığı sebebiyle babaanne evine dönmesi ve iki kardeşin aslında aralarında bir fark olmaması çok etkileyiciydi. Müzeyyen’in karakterini daha erkeksi buldum, Çiğdem ise daha feminen yansıtılmaya çalışılmıştı, ancak biraz daha uzun tutularak karakterlere daha da ayrıntı eklenebileceğini düşünüyorum. Ayrıca, yazarın ara ara yaptığı göndermeleri ise çok sevdiğimi de iletmek isterim.

Arka Kapaktan;

Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının... Sa-hi ben babamın neyiydim? Bütün bu hikâyenin içinde benim rolüm neydi, diye düşündüm hep. Benim repliklerimi kim yazmıştı, mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye hangi taraftan gireceğime, uslu kızı oynarken neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım. Saatçi Nejat Bey ile ev hanımı Meral Hanım'ın kızı Müzeyyen'i bana anlatabilecek bir cümle.

Yekta Kopan'ın yeni romanı Aile Çay Bahçesi'nin, çoğu kadının kendinden izler bulacağı unutulmaz bir kahramanı var: Müzeyyen... Aile yaşamının gizli şiddetine başkaldıran, kardeşinin doğumuyla kendi varlığının silinmeye başladığını hisseden bir kadın... Kopan'ın romanı, güçlü, okuru kıskaca alan bir anlatımla sarsıcı bir finale uzanıyor.

 

28 Nisan 2015 Salı

Soma’daki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” Onlarla Hayat Buldu!

Soma İçin Bir Olduk:  Çocukların yüzündeki gülümseme her şeye değer...

Allianz Türkiye, sivil toplum örgütleriyle el ele vererek, bölgede etkilenen vatandaşlara ulaşabilmek, onların yaralarını sarmak ve yeni başlangıçlarını desteklemek için Soma’daydı. Soma’da 2014’te gerçekleşen ve ulusumuzu derinden sarsan maden faciasının ardından, Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) ve Bilim Kahramanları Derneği (BKD) ile işbirliği yapılarak “Allianz SomaDA”yı (Soma Dayanışma Ağı) geliştirdi.

Soma faciasından en çok etkilenen yerlerden biri de Kırkağaç. Kırkağaç’ta yaşayan 12 yaşındaki Yiğit, okuldaki 12 arkadaşıyla birlikte bir bilim kahramanı ekibi kurdu. Önce yapamayacaklarından korktular. Çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar, bilgisayarda yazılım geliştirip, legodan yaptıkları robotlarına yüklediler. Bu bilim yolculuğu, özgüven ve başarı doğru yeni başlangıçları müjdeliyordu.

Allianz SomaDA”yı kapsamında, BKD ile yapılan işbirliği sayesinde, Soma çevresinde, olaydan etkilenen 6 ilçedeki 16 okulun, Bilim Kahramanları Buluşuyor turnuvasına katılımı sağladı. 34 gönüllü öğretmen, 150’ye yakın öğrencinin oluşturduğu 17 farklı Allianz SomaDA takımını 4 ay boyunca turnuvaya hazırladı. Bu yolla, öğrencilerin normal hayata dönüşü desteklenirken, psikososyal ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlanması amaçlandı.

Allianz SomaDA”nın bir ayağı da faciadan etkilenen ailelerin çoğunlukta olduğu Dursunbey’deydi. APHB ile yapılan işbirliği sayesinde, Dursunbey’de bir psikososyal destek merkezi açıldı. Çocuklara, yetişkinlere ve gruplara yönelik üç görüşme odası bulunan Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nin hizmetleri, merkeze uzak bölgelere de ulaştırıldı.

 

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde - Mahir Ünsal Eriş



Kitap sıralamasında yaptığım bir karışıklık dolayısı ile Mahir Ünsal Eriş’in ilk kitabını son sırada okudum. Daha önce Olduğu Kadar Güzeldik isimli kitabını okudum ayrıca kendisini Ot Dergi’deki yazılarını da takip ederim. Kitaplarında kullandığı samimi dili çok seviyorum. Bu kitaptaki de iki üç sayfa kadar kısa ama bir o kadar güzel öykülerini bayılarak okudum. Mahir Ünsal Eriş, o kadar içten ve dürüst yazıyor ki, sanki aynı sokakta oturup sohbet edebileceğiniz birisiymiş gibi hissettiriyor size.  Bir solukta okunan güzel kitaplardan. Nisan ayında “Dünya Bu Kadar” isimli yeni kitabı çıktı Mahir Ünsal Eriş’in, en kısa zamanda onu da okumayı planlıyorum.

Altını çizdiklerim;

“Her şeyin biteceği hakikatini aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer”

“Ölünce nasıl da eşyalaşıyor, şeyleşiyor insan.”

“Ölmek ne bilmiyorum. Merak da etmedim hiç. Yani iyi kötü bir fikrim var aslında, tam olarak ayrıntısını bilmiyorum ama. Tatil gibi bir şey sanıyorum onu, taşınmak gibi, kesin bir şey. Onu bir daha göremeyeceğimi biliyorum yine de fakat. Bu kadar ani olmasına, böyle kaçar gibi olmasına üzülüyorum sonra, bozuluyorum biraz. Çağırsaydı ben de giderdim belki?”

Arka Kapaktan;

Abim Atatürk'ü çok severdi, bense Allah'ı. Babam, annemi ve Galatasaray'ı severdi, annem de Ringo'yu. Babam yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan son canıyla eve gelir, çoğunlukla da tek kanallı televizyonun bitmek bilmeyen ana haber bülteni sona ermeden uyuyakalırdı, akvaryumun karşısındaki ikili koltukta."

Yaz bitince kalabalığın günbegün seyreldiği, ahalinin biz bize kalıp bıkkınlıkla merabalaşıp mahsunlaştığı, her gürültünün ikindi vakti ağır usul söndüğü bir sahil şehrini düşünün...

Boş masaları döven yağmurları, kirlenmiş kıyıları, eprimiş güneş şemsiyelerini... Buna, seksenli yılların sakaletini, iğreti kaygılarını, katıksız korku olan çaresizliğini ekleyin. Mahir Ünsal Eriş, bir sahilde oturmuş, can sıkıntısından esneyen, kendi çocukluğuna bakıyor; renkli, yuvarlacık, pütür pütür bir çocukluk anlatıyor bize. "Komen! komen!" diye ateş eden oğlan bebelerini, mobiletleri, leblebi tozunu, Kaynanalar Parkı'nı, Kız Meslek'in kızlarını, Klinsmann'ı, Evrenos'u, Allah'ın yanına aldığı iyileri, kale zindanındaki prensesleri resmediyor.

Yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık, gamsızlık, kırk mumluk sarı ampulün ışığında belli belirsiz görünüp, kayboluyor. Merhamet, taşraya uğramadan Kaf Dağı'na gidiyor...

Canlı, anlatma iştahıyla dolu yeni bir ses var karşımızda. Eriş, soba boyasıyla boyanmış hikâyeleriyle edebiyat şehrengizinde...

Mağlup ama baştan kaybetmişliğini bilen bir hınzırlıkla sırıtıyor okuruna...

22 Nisan 2015 Çarşamba

Kuyrukluyıldız Eken Adam -Angela Nanetti


On8 Kitap yayınevinin bana hediyesi olan kitabın adı da konusu da çok değişikti. Olayların çocukların gözünden anlatıldığı roman ve hikayeler beni hep daha çok etkilemiştir. Bu romanda da Arno isminde masallarla büyütülen bir çocuğun hikayesi anlatılmaktaydı. Küçük kardeşi Bruno ve annesi ile birlikte yaşayan Arno babasını doğduğundan beri görmemiştir, varlığını sadece kendisine gelen noel kartlarından hissetmekte ve her geçen gün babasının eve dönmesini sabırsızlıkla beklemektedir. Annesi ise gerçeklerin farkındadır ve çocuklarını belki de korumak mantığı ile çocuklarına hep hikayeler, masallar anlatmakta ve onları gerçek dünyanın acımasızlığından bu şekilde korumaya çalışmaktadır. Anne Myriam genç ve güzel bir kadın olduğu kadar, çocuklarının beslenmesi ve okulları hususunda da maddi olarak zorluklar yaşamaktadır. Onların rahat edebilmesi için kasabada fırın sahibi olan Bay Lorenz ile evlenmeyi kabul etmesiyle Arno’nun keyfi kaçmaya başlar. Bu arada ormanın içindeki bir kulübede tanıştığı kuyrukluyıldız ektiğinden bahseden gizemli bir adam ile sohbet etmeye ve onu yavaş yavaş babasının yerine koymaya başlar. Yazımın başında da belirttiğim gibi hayal dünyası çok geniş olan bu kitap anne ve çocuk ilişkisini en saf haliyle ele almış, okuması çok keyifliydi.

Altını çizdiklerim;

“Hayallerimizden vazgeçecek olanlar bizler değiliz, bizi terk edecek olan onlar.

Gittiklerinde insan kendini çok mu kötü hisseder?

“Evet” dedi adam. “her zaman. Yine de sırf bu yüzden hayallerimizden vazgeçemeyiz; onlardır yaşama anlam katan.”

Arka Kapaktan;

Yaşamın ne kadarı hayaldir,

Hayallere biçilen ömür neyle ölçülür?

“Arno ormandaki adamı düşündüğünde, içinde, hayal gücünü harekete geçiren, yüzlerce soru uyandıran bir merak kıpırdanmaya başladı. Bu gizemli yabancı kimdi? Neden o kulübeye sığınmıştı?

Hayal gücü oradan oraya sıçradıkça, merak umudu besliyor ve yabancı adamın görmediği yüzü babasının bildik yüzüyle yer değiştiriyordu. Ya gelen babasıysa..? Ya onlara sürpriz yapmak için saklanıyorsa...? Belki de yardıma gereksinimi vardı? Belki de Arno’nun yardımına!”

İtalya’nın bir köyünde, herkes yaklaşan kuyrukluyıldızdan söz ediyordu. Böylesi, yıllardır görülmemişti. Ama kimse, göklerin bu makyajsız kraliçesini Arno kadar sabırsızlıkla beklemiyordu. Çünkü onun tek bir dileği vardı: Babasının eve dönmesi. Ancak, ne kardeşi onun kadar önemsiyordu bu dileği, ne de annesi Myriam. Hayatları, onları seven ama kendi prensiplerinden ötesini görmeyen bir adamın yakınında sürerken, köydeki terk edilmiş kulübenin bacası yeniden tütmeye başladı...

Bazen, sadece bize anlatılanın güzelliğiyle ayakta kalmak isteriz. Bazen hayatı, sadece hayallerimizin aydınlattığı kadarıyla görmektir bize iyi gelen. Umutla mutluluk yan yana yürüdüğünde, o yolu başkalarının, kendi doğrularıyla çizmesini istemeyiz. Gerçeklerin yükünü öykülerle hafifleten Angela Nanetti, büyülü bir anlatımla kaleme aldığı romanında soruyor: Mutluluğun ne kadarı uyum ve kabulleniştir, ne kadarı hayal ve arayış?