31 Ekim 2013 Perşembe

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley


Son zamanlarda ufak ufak bilim kurgu romanlarına yöneldiğimi ve bunlardan çok keyif aldığımı fark ediyorum. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanını okumaya başladığımda Cesur Yeni Dünya romanını da okunacaklar listeme eklemiştim. Her şeyden önce 1932 yılında yazılan bu romanın nasıl bir hayal gücü ile yazıldığını düşünmek etkiledi beni.
Öyle bir dünya düşünün ki anne, baba kavramı ayıp, Tanrı yok, bebek doğurmak yasak, bebekler şişelerde büyüyor ve doğduktan sonra uykuda eğitim sistemi ile sürekli bir şeylere şartlandırılıyorlar.
Bütün insanlar genetiklerine göre artı, eksi, A, B, C gibi sınıflara ayırılıyor ve bir tanesinde hata olsa diğerleri tarafından aşağılanıyor.  İnsanların en son yapacakları şey ise düşünmek, kızgın, stresli ya da en ufak bir rahatsızlıklarında devletin sağladığı soma isimli uyuşturucuyu içip hayatlarına devam ediyorlar, yani kargaşaya hiç mahal verilmiyor. Özetle ben çok beğendim ve kesinlikle tavsiye ediyorum.
Altını çizdiklerim;
“İnsanın birleştirdiğini ayırmaya doğanın gücü yetmezdi.” S- 44
“Konusunu bilmeden bir dini öğrenemezsin.” S- 49
“Eğer doğru kullanırsan sözcükler X ışınlarına dönüşebilirler- her şeyi delip geçerler. Okursun ve delinirsin.” S- 98
“İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk, gerçekten çok daha zor bir uğraş.” S- 280
Arka Kapaktan;
"Cesur Yeni Dünya" bizi "Forddan sonra 632 yılına" götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, "annelik ve babalık pornografik birer kavram olarak görülür Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. "Herkes herkes içindir."
"Cesur Yeni Dünya"nın önemi yalnızca ardılları için bir standart oluşturması ve karamsar bir gelecek tasarımının güçlü betimlemesiyle değil, aynı zamanda birey yok edilse de süren macerasının sağlam bir üslupta anlatılmasıyla da ilgili. Huxley, yapıtını ütopa geleneğinin kuru anlatımının dışına çıkarıp iyi edebiyat kategorisine yükseltiyor.


21 Ekim 2013 Pazartesi

Anlaşma - Jodi Picoult


Okuduğum güzel ve sürükleyici romanlardan birisiydi Anlaşma. Bebekliklerinden beri arkadaş daha sonrasında da sevgili olan iki gençten birisinin intihar kararını gerçeğe dönüştürmesi ve erkeğin katil damgası yemesiyle başlayan bu roman, geçmişte yaşanan olaylar, hatıralar, günlükler ve şimdiki zamanda dava süreci ile süslenmişti.
Kitabı bir film izler gibi okuduğumu ve başından itibaren sonunu hep merak ederek devam ettiğimi söylemeliyim. Keyifli, sizi yormayan, içinde beylik cümleler bulundurmayan ama romantizm ve duygusallığı da yaşatan bir roman olduğunu belirtmeliyim. Aldığınıza ve okuduğunuza pişman olmayacağınızı düşünüyorum.
Arka kapaktan;
“Harte ve Gold aileleri on sekiz yıl boyunca yan yana evlerde yaşadı. Aile pikniklerinden en mahrem sı8rlara kadar her şeyi paylaştılar. Çocukları Chris ve Emily’nin yakınlaşması bu nedenle sürpriz olmadı, hatta arzu edildi. Birbirlerini neredeyse doğdukları günden beri tanıyan, hiç ayrılmayan liseli iki genç, ailelerinin gurur tablosunda el ele gülümsüyordu; ikisi de başarılı, ikisi de popüleri ikisi de pırıl, pırıl. Ama bir gece yarısı çalan telefonla her şey değişti;
Emily başından vurulmuştu, Chris olay yerindeki tek kişiydi ve silahta kendisi için de bir kurşun olduğunu söylüyordu.
İnsan, aile, dostluk, aşk…
Siz olsanız ne yapardınız?


10 Ekim 2013 Perşembe

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes


Yine bir #afilifilintalar yazarlarından birisini okudum ve bu adamların beni hayal kırıklığına uğratmayacaklarına kesin karar verdim. Erken Kaybedenler kitabını sipariş verdiğimde acıklı, duygusal öyküler okuyacağımı düşünmüştüm… Her ne kadar duygusal öyküler okumuş olsam da aralardaki ironilere gözlerimden yaşlar gelerek güldüğümü ve bu kitabın bitmesini istemediğimi itiraf etmek zorundayım. Yaşları 5 ile ergenlik arası değişen erkek çocuklarının mahalle ortamları, aileleri ve kızlarla olan ilişkilerinin bu kadar yalın ve komik bir dille anlatıldığı başka bir kitap okumadım diyebilirim. Sayın Emrah Serbes’e bir notum var, ne olur bu öykülere devam edin, okumak çok keyifliydi…
Altını çizdiklerim;
“Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız.” S- 8
“Bir gün öleceksin ama hayat devam edecek.” S- 65
“Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. yani birini er geç unutmaya mahkûm olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. o kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder." S- 77
“Sonradan görme ne demek?
-Birini görürsün, ertesi gün bir daha görürsen, buna sonradan görme denir.
- Hayır. Bir olay olur, herkes görür, sen geç gelip sonunu görürsen, buna sonradan görme denir” S- 74
“Okudukların yaşadıklarını değiştirir, değiştirmese bile farklı bir gözle görmeni sağlar.” S- 123
Arka Kapaktan;
AnKara polisiyeleriyle tanıdığımız Emrah Serbes, bu defa direksiyonu kırıyor ve edebiyatımızda pek de işlenmemiş bir başka meseleye el atıyor. Erkek çocuklarının enerjik, hüzünlü, alengirli dünyasına giriyoruz..

7 Ekim 2013 Pazartesi

Peri Gazozu- Ercan Kesal


Anadolu’da mecburi hizmetini yapmış bir doktor olan Ercan Kesal’ın ailesini, öğrenciliğini, 80’li yılların siyasi durumlarını ve Anadolu insanının karakteristik özelliklerini de katarak yazdığı bu kitap beni derinden etkiledi diyebilirim. 
İçinde babasız kalmış çocuklar, açlıktan ölenler, cinsel tacize, tecavüze uğrayan genç kadınlar, çocuklar, hastalık ve imkânsızlıkların barındığı bu kitap mutlaka okunmalı. Bir annenin, bir babanın çocuklarının ölüsüne, kemiklerine ulaşma isteği, hasreti, cumartesi annelerini, Madımak Oteli’nde yaşananları ve o dönemdeki siyasi durum gibi bir sürü konuyu ele alan bu kitabı alın, okuyun, okutturun… Neredeyse her cümlenin altını çizebileceğim bu kitabı kaçırmamalı..
Altını çizdiklerim;
 “Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız?” S- 25
“Birbirimizin hayatlarının içindeyiz. İstesek de istemesek de.” S 70
“Birbirimizin hayatlarının içindeyiz. Bundan hiç haberdar olmasak da…” S- 71
“”İnsan olmak” kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa “insanım” diyebiliyor.” S- 72
“Kelimelerin ruhu vardır. Kelimeler, sadece harflerin bir araya gelmesiyle oluşan anlamın dışında bir şeydir.” S- 123
“Farkında mısınız, sahip olduklarınızın, başkalarının da işine yarayabileceği bir büyük sofradır yeryüzü?” S- 190
“Sonuna kadar tüketip, bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat… Gerçekten, çok mu zor?” S- 191
Arka Kapaktan;
Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbeti büyümek ve yaşlanmak üzerine… Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle baş etmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine… “Alışmaya” direnen bir hekimin gözüyle. 

2 Ekim 2013 Çarşamba

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell


Yeni bir tür kardeşlik oluşumu olan #kitapagaci ile okuduğum kitaptır. Ayrıca, okumakta bu kadar geciktiğim için üzüldüğüm kitaplardan birisiydi Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. 1940’lı yıllarda yazılan bu roman, Orwell’in gelecekteki korku ütopyasını anlatıyordu. İnsanların düşünmeye, sorgulamaya ve hissetmeye haklarının olmadığı bir dünya ve bu dünyayı yöneten Parti’nin anlatıldığı romanı okurken, şu an yaşadığımız günleri düşünmeden edemedim. İnsanların sadece çalıştırıldığı, aşkın, sevginin, tarihin, kullanılan dilin yok edildiği, düşüncelerinizin bile okunduğu, evinizde bile kameralar tarafından izlendiğiniz bir dünyada yaşamak nasıl olurdu sorusunun cevabı bu kitapta tüm detayları ile verilmekteydi. Okudum ve derinden etkilendim. Kitabı bitirdim, şimdi filmini izleme zamanıdır benim için… Benim gibi bu kitabı okumakta gecikmiş olanlar var ise ilk fırsatta okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum.
Altını çizdiklerim;
“İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kağıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi?” S- 51
“Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.” S- 78
“Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin yoksa bile sevgin yeterdi.” S- 194
“En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır.” S- 231
Arka Kapaktan;
George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kabus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır.

1 Ekim 2013 Salı

Aşk Meclisi - Sinan Akyüz


Dağılmış bir ailenin çocuğu olarak büyüyen, esrar ile başlayıp eroine kadar uzanan ve bundan kurtulmaya çabaladıkça daha da çok bu batağa saplanan Onur’un hikâyesiydi Aşk Meclisi. Gerçek günlüklerden yola çıkılarak derlenen romanda Onur’un sessiz çığlıklarına ve belirtmeden geçemeyeceğim edebi benzetmelerine, yazılarına kayıtsız kalmak imkânsızdı. Kitapta beni en çok etkileyen yer ise Sinan Akyüz’ün sonsözüydü.
Altını çizdiklerim;
“Gerçek bir erkek şu dünyada iki şey ister: tehlike ve oyun. Bu yüzden kadını ister, en tehlikeli oyuncak olarak.” S- 13
“Hayat böyle bir şey işte. Kötüyle iyi birbirinin karşıtı gibi görünse de aslında yan yana yürüyen iki dost gibi. Bir düşünsenize; kötü olmasaydı iyinin anlamı olur muydu? Ya da iyi olmasaydı kötüden kim bu kadar çok korkardı? ” S- 28
“Yüksek eğitim görmüş insanlara sadece diploma veriyorlar. Bir insanın entelektüel birikimi okuduğu kitaplarla alakalıdır.” S- 35
Arka Kapaktan;
Sen ve ben artık yalnızlığımıza âşık olmuş iki insanız. Bizim bu yalnız dünyamızda şafak atmaz, gün doğmaz. Gergin, donuk, yamyassı dünyamızda katılaşıp kaldık bir kristal taşı gibi. Çığlık çığlığa bir gecenin içinde, ikiye ayrılmış karanlık bir gökyüzünde, kan içindeki şırınganın ucunda, sahipsiz bir gölge olmuş ve hiç kimsenin istemediği yürek karası düşlerin kanatlanmış ölüleri gibiyiz. Sen ve Ben… İkimiz…