30 Ocak 2015 Cuma

Zor Yıllar - Nalan Tuntaş



Dünya Savaşı sırasında yaşanan bir hayat hikâyesi Zor Yıllar. Sarı Saffet’in hayatını, çektiği acıları, anne ve babasını kaybetmesinin ardından hayata tutunma çabaları, evlilikleri ve çocukları ve aynı zamanda süren bir savaş… Her şey var bu kitapta, acılar, mutluluklar, ölümler, doğumlar… Yazarın notunda da hikâyenin gerçek bir hayattan alındığından ve uzun süren araştırmalar sonucu yazıldığından bahsediliyor bu sebeple olayların gerçekliği sizi kitaba daha da bağlıyor. 

Arka Kapaktan;

Dünya Savaşı´nın yol açtığı çalkantılarla yoğrulan Anadolu, 20.yüzyıla, batıdan doğuya, kuzeyden güneye tam bir kuşatma altında girmektedir. Oysa Anadolu, tarih boyunca koynunda barınanları ayrımsız kucaklayan; karlı dağlarını, verimli ovalarını, berrak akarsularını, ak sütünü sunan müşfik bir anadır. Nalan Tuntaş, işte bu duyarlığını işleyerek; kurgusuyla, olay örgüsüyle Dünya Savaşı yorgunlarını romanlaştırıyor. Zor Yıllar, Sarıkamış´tan Cumhuriyet´e uzanan süreçte cephelerde, sınır boylarında yurdunu savunan Sarı Saffet´in kişiliğinde ve onun çevresinde somutlaş Mehmetçiğin destanıdır.

26 Ocak 2015 Pazartesi

Körlük - Jose Saramago


Okuduğum en ilginç konulu kitaplardan birisidir Körlük. Saramago’nun ironi dili ise her zaman ki gibi muhteşem. Bir gün adamın biri birdenbire kör oluyor ve önce o adamla etkileşim halinde bulunan insanlar, daha sonra ise bulaşıcı bir şekilde yayılan körlüğü anlatan roman ülkenin nasıl bir karmaşaya  sürüklendiğinden bahsetmekteydi. İlk kör olan insanların bir eve kapatılması sonrasında buradaki yaşam şartları ve sıkıntıları ise okudukça yüreğimi sıktı. Bir nevi toplama kampı ortamı olan bu yaşam merkezinde yaşananlara detaylı bir şekilde yer verilmişti. Sanırım bu kitabın devamı Görmek isimli kitap, en kısa zamanda okunacaklarımın arasında çoktan yerini aldı. Çok iyi kitaplardan birisi diyebileceğim bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Altını çizdiklerim;

 “Dikkat edilmeyince fark edilmeyen özürler, sözü edilir edilmez göze batmaya başlar”

“Yapacağımız her hareketten önce ciddi olarak düşünmeye başlasak, vereceği sonuçları önceden kestirmeye çalışsak, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da ortaya çıkması düşünülebilecek sonuçları düşünmeye kalkarsak, aklımıza bir şey geldiğinde bulunduğumuz yere çakılır, hangi yöne olursa olsun bir adım bile atamazdık.”

“Ölüm karşısında hınçların şiddetini ve zehrini yitirmesi beklenir. Buna karşın nasırlaşmış kinlerin hiç eskimediği ve bunun kanıtlarına edebiyatta ve yaşamda bol bol rastlandığı ileri sürülür ki bu da doğrudur.”

“Hepimizin zayıf anları olur ve ağlama yeteneğimizin olması bizim için şanstır, gözyaşları bizi çoğu kez huzura kavuşturur.”

“Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler”

Arka Kapaktan;

'Körlük', 1998 yılı 'Nobel Edebiyat Ödülü' sahibi Portekizli yazar Jose Saramago'nun son yıllarda yazdığı en etkileyici kitap. Araba kullanmakta olan bir adam, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşiyor. Körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlâki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır. Portekiz'in yaşayan en önemli yazarı olan Jose Saramago, bu çarpıcı romanında körlük olgusunu bir metafor olarak kullanmış, basit imgelere, sıradan sözcük oyunlarına başvurmadan, yoğun bir anlatımla, anlatıcının ve kahramanların konuşmalarını ortaklaşa bir monologa dönüştürerek, kurgunun evrenselleşebilmesi açısından kişilere ad vermeksizin liberal demokrasinin insanları sürüklediği sağlıksız ortamı olağanüstü bir ustalıkla yaratmıştır. Çağdaş dünya edebiyatının bu ünlü adının öteki yapıtlarını da yakında Can Yayınları arasında bulacaksınız.

 

23 Ocak 2015 Cuma

Olduğu Kadar Güzeldik - Mahir Ünsal Eriş


Elbette yine Ot Dergi’den takip ettiğim bir yazar Mahir Ünsal Eriş, ve ilk defa bir kitabını okudum. Sanırım diğerleri de en kısa zamanda okunacaklarımın arasında yerlerini aldılar bile.

Birbirinden farklı öyküler var bu kitapta, o kadar naif ve güzel bir dille yazılmıştı ki her öyküye biraz daha hayran kaldım. Özellikle Bandırma ve Erdek enstantaneleriyle daha da keyifli olmuştu. Aile ilişkileri, kardeşlik ve arkadaşlık hakkında gerçekmiş gibi olan öyküler birbirinden güzeldi. Bitmesin istediğiniz kitaplar olur ya işte bu onlardan birisiydi. Her sayfada altı çizilebilecek cümleler vardı. Şimdi diğer kitap olan Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde en kısa zamanda kitaplığıma girmeli.

Altını çizdiklerim;

“Kimseyi istemiyorsun yanında, ama durup durup da yalnızlıktan şikayet edesin geliyor.”

“Ölmek olmasa yaşamak ne güzeldi. Oysa insanlar sırf bir gün öleceklerini bildikleri için bu kadar çok seviyorlardı yaşamayı.”

“Umut çok garip bir şey, insanı olduğundan daha aptal etmeye yetiyor.”

“Günaha elinin ucu bulaştıysa, her an her şeyde yüzüne yüzüne vuruverecekmiş gibi olunurmuş.”

Arka Kapaktan;

Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra.

Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından. Yine yaz akşamları. Yaralı tekneler, küflü sesler. Erdek'te çay bahçeleri, bıkkın orkestra, tatsız garsonlar. Ezine, Susurluk, Bandırma, burası Ankara, orası Samsun! Yalandan bayılanlar, bilmezden gelinenler, kaybolan dayılar… Uykusunda ağlayan adamlar, pişmanlar, yorgunlar. Para için mırın kırın, laf dokunduran konuşmalar. Nerede bu Türkan Şoray?

 

Mahir Ünsal Eriş, sokaktan gelen gürültüyü, bangır bangır Yıldız Tilbe dinleyen evleri resmediyor. Bi gevezeleşip bi susanları, "iyi olalım be ne olur" diyenleri, helallik isteyenleri anlatıyor. Olduğu Kadar Güzeldik, gazoza doğru çocuklaşan hikâyelerle çağlıyor, zamana dokunuyor. Eriş, hüzünlü mağlupların iyimser yazarı olmaya devam ediyor.

22 Ocak 2015 Perşembe

Calibro Deneyimi


Yaklaşık iki aydır kullandığım bu cihaz ile ilgili o kadar çok soru alıyorum ki en sonunda detaylı bir paylaşımda bulunmak istedim. Umarım aklınızdaki bütün sorulara cevap verebilirim.

Öncelikle cihazı almadan önce benim de bir sürü endişem vardı. Elbette ki bir kitap böceği olarak kitabı elimde tutarak, sayfaları fiziksel olarak çevirerek ve kokusunu duyarak okumayı seviyorum. Bir kitap okuyucudan bu keyfi yaşayabileceğimi hiç sanmıyordum ancak kütüphanem üzerime yıkılmaya ve yeni kitaplarımı koyacak yer bulamayınca sorunuma bir çözüm bulmak istedim. O sebeple internette türlü türlü araştırmalar yaptım. Konuya da çok hâkim olmadığım için hangi markadan başlayacağımı da bilemeden elektronik kitap okuyuculara bakınmaya başladım.

Hem fiyatı hem de daha önce alışveriş yaptığım bir web sitesi olan Babil.com da satışa çıktığı için ilk önce Calibro dikkatimi çekti. Bir kitap okuyucuda olması gereken yegâne özellik e-mürekkep (e-ink) teknolojisi sanıyorum, kitap hissini yaşayabileceğiniz ve gözlerinizi yormayan bu teknoloji cidden önemli. Bir de cihazı aldıktan sonra tek bir web sitesine bağlı olmak istemedim, başka sitelerden de e-kitap alabilmek ve hatta ders notlarımı pdf olarak bu cihazda okuyabilmek istedim. Calibro ile bunların hepsi mümkün. Babil.com’dan direk kitap satın almak için cihazın içinden direk mağazaya wifi yolu ile bağlanıp satın alıp indirebiliyorsunuz. Diğer web sitelerinden ise satın aldığınız kitabı bilgisayarınıza indireceğiniz küçük bir program olan adobe digital editions ile calibro’nun içine atmak sadece beş dakikanızı alıyor.
Pil şarj süresi yaklaşık bir ay diyebilirim ki bu müthiş bir özellik, okuma keyfiniz hiç yarım kalmıyorJ Kitabınızı okuduğunuz süre boyunca istediğiniz notları alabiliyor, cümlelerin altını çizebiliyor, sözlükten kelime anlamlarına bakabiliyor hatta okuduğunuz sayfanın, paragrafın fotoğrafını çekip paylaşımda bulunabiliyorsunuz. Size yardımcı olabilmek amacı ile cihazın menüsünün de bazı fotoğraflarını paylaşıyorum. Bu bir fikir verebilir sanırım.
    
Ben Calibro’nun Ultra Touch Lux modelini aldım, diğer modelini pek bilmiyorum. Benimkinin 4gb hafızası var ve istersem sd kart ile bu hafızayı arttırabilmem mümkün, gerçi pek gerek duyacağımı sanmıyorum, çünkü e-kitaplar yaklaşık 200/300 kb yer kaplıyor.

Calibro’nun en sevdiğim özelliklerinden birisi de özellikle gece okumaları için ayrıca bir ışığa ihtiyaç duymamam, her saatte gece ya da gündüz gün ışığında da ekran parlaması yaşamadan kitap okuyabiliyor olmak çok keyifli.

Ayrıca cihazın içinde çeşitli oyunlar da bulunmakta. Tek söylemek istediğim ise aldığınız cihazın bir kitap okuyucu olduğunu unutmamanız, bir tabletten bekledikleriniz bu cihazda olamaz. Bir de Babil.com yetkililerine de önerdiğim üzere, Calibro’nun potansiyel müşterileri bu cihazı fiziksel olarak incelemek istemektedirler, o yüzden sadece internetten değil başka satış noktalarında da bulunmasını iyi olacaktır, kendileri bana konu üzerinde çalışmalarının bulunduğunu söylediler.

Son olarak bir kitabın yerini asla tutamayacağını biliyorum ancak hem yer problemi hem de koca kalın kitapları taşımanın zor ve yorucu olması beni bu cihazı almaya sevk etti, aldığım günden beri büyük bir keyifle kullandığımı belirtmek isterim.
Sorularınız var ise elimden geldiğince cevaplamaya hazırım. Sevgilerimle…

21 Ocak 2015 Çarşamba

Aspidistra - George Orwell


Okuduğum üçüncü George Orwell kitabı Aspidistra. Öncelikle kitaba adını veren bitkinin özelliğinden bahsetmek istiyorum. Nerede olursa olsun yaşayabilen bu zambak türü bu kitapta umudun sembolü olarak kullanılmıştır.

Antikapitalist olan ve bir işe hemen girip rahat bir hayat sürebileceği halde paraya karşı savaş açan ve şiirlerini satarak para kazanmayı amaçlayan bir adamın hikayesi Aspidisitra. Gordon'un düzene karşı çıkarak hayata tutunma çabasını anlatan bu kitabı ciddi anlamda sevdim. Doğru düzgün bir işi varken paranın ve markaların kölesi olmamak umuduyla işi bırakıp bir kitapçıda çalışan Gordon’un yaşadıkları, şiirlerinin yayınevlerinden geri dönmesi, sevdiği kadınla bile parası olmadığı için yakınlaşamaması ve  paraya olan ihtiyacının her geçen gün daha da artmasının konu edildiği bu kitap tahmin edemeyeceğim bir sonla bitti. Orwell’in kapitalizme karşı olduğunu okuduğum üç kitapta da açıkça gördüğümü söylemeden geçemiyorum. 

Arka Kapaktan;

İngiliz romancı George Orwell, Hayvan Çiftliği adlı siyasal masalında, zorbalığa dönüşen Stalin yönetimini yerden yere vurmuş; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı ünlü yapıtında da insanlığı belleksiz ve muhalefetsiz bir totaliter toplum tehlikesine karşı uyarmıştı. Ama bu iki büyük yapıtından önce, 1930'lar İngiltere'sinde 'sınıf atlama özlemi'ni benzersiz bir kara mizahla eleştirdiği Aspidistra romanını kaleme almıştı. Aspidistra, sınıf atlama özentisindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri, evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür. Bir reklâm ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, kapitalizmin yutturmacası olarak gördüğü reklâmcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu yaşamından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır; ama romanın sürpriz sonunu yine sevgilisi yaratacaktır.

19 Ocak 2015 Pazartesi

Fotoğraflar - Barış Çağrı Genç


Bu sene kitap fuarında yeni kitap sürprizi ile bizi mutlu eden Barış Çağrı Genç ile fuarda hem tanışma hem de kitabını imzalatma şansı yakaladım. Daha önce İçindeyim isimli romanını okumuş ve çok beğenmiştim. Bu sefer öykü kitabı olduğunu gördüğümde birbirinden farklı öyküler okuyacağımı zannetmiştim, ancak bu kitap öyle bir kitap değil. Bütün öyküler birbirinden farklı ama bir anlamda hepsi birbiri ile etkileşim halinde.

Bir filmi, bir o kameradan bir de diğer kameranın açısı ile izlediğinizi düşünün ve bu film Irak’ta geçsin. Yaşananlar hem Amerikan askerleri hem de Irak vatandaşlarının bakış açılarıyla anlatılsın. Nefesimi tutarak, zaman zaman da gözlerim dolarak okuduğum bu kitabı ciddi anlamda tavsiye ediyorum. Özellikle iki öyküsü beni derinden etkiledi, birisi Grilenirken Ufuk diğeri de Anneler Tanır Oğullarını. Kendisi ince etkisi ağır kitaplardan birisi Fotoğraflar.

Arka Kapaktan;

Yıllar sonra eski bir fotoğrafı eline aldığında, o haline dönmek isteyeceksin. O karedeki haline… Bu yüzden tüm fotoğraflarda güzel görünmeli insan. Belki komik, belki düşünceli, biraz hüzünlü belki… Ama güzel... Hatta öyle güzel olmalı ki, içinde kendi olmasa da güzelleşmeli tüm fotoğraflar. Çünkü yıllar sonra, eline yalnızca kendi fotoğraflarını almıyor insan... Barış Çağrı Genç, yeni öykü kitabıyla sizi yıllar sonra elinize alacağınız başkalarının fotoğraflarına bakmaya davet ediyor.

"Anılar iyidir oğlum, kendilerini ağır ağır temize çekerler. Sanırım bu yüzden çocukluğun geliyor aklıma, bebekliğin, hatta seni ilk kucaklayışım... Henüz gözlerin açılmamıştı ve çok çirkindin. Seni beğenmemiş, ağlamıştım. Doktorun bana nasıl kızdığı dün gibi aklımda. Sonra ne kadar güzelleştin; saçlarının bukleleri, kocaman gözlerin, minik burnun, mahcup mahcup gülümseyen dudakların. Keşke daha çok fotoğraf çekebilseydik diyorum şimdi..."

12 Ocak 2015 Pazartesi

İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit



Hangi Ahmet Ümit kitabını okusam tarihi mekânlara, kitabın geçtiği yerin tarihine hayran kalıyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda herkes bana bayılacağımı söylemişti, gerçekten öyle de oldu. Tarihi yarımadayı elimdeki kitaptan aldığım notlarla tekrar gezmem gerektiğini düşünüyorum.  Bilmediğim birçok şeyi bu kitaptan öğrendim. Kitap yine başkarakterimiz Baş komiser Nevzat ve ekibinin şüpheli bir cinayeti araştırmaya başlaması gittikçe heyecanlı bir hal almaya başlıyor. Olaylar seri cinayetlere döndüğünde ise her ölümde yeni detaylar ve ipuçları ile kitabı elinizden bırakamaz hale geliyorsunuz. Bu arada cinayetlerin İstanbul tarihi yarımada diye adlandırılan yerlerinde geçmesi ,  o bölgedeki tarihi bilgilere ustaca yer veren Ahmet Ümit tarafından iyice süsleniyor. Katilin kim olduğunu elbette söylemeyeceğim ama bu okuduğum sanırım dördüncü Ahmet Ümit kitabıdır ve kendisi en sevdiğim oldu diyebilirim.

Altını çizdiklerim;

“İnsan istemese bile başkalarıyla karşılaşıyor, başkalarını seviyordu. Başkalarına duyulan sevgi ölenlere duyulan bağı azaltmamalıydı.” S- 18

“Kalbin attığı sürece vücut iyileşebilir. Oysa ruhun bir kez darbe aldı mı, o yara dikiş tutmuyor. Sonuna kadar kendi kendine kanamayı sürdürüyor. Ama öte yandan, hayat da devam ediyor.” S- 262

“Ölümü yoldaş seçenlerin ölümden başka kazanacakları zafer yoktur.” S- 441

Arka Kapaktan;

Byzantion'dan İstanbul'a uzanan, heyecan yüklü bir serüven...

Sarayburnu'nda, Atatürk heykelinin ayaklarının dibinde bir ceset, Avuçlarında antik bir pere.... Ama ne bu ceset son kurban, ne de bu antik para son sikke... Yedi kurban, yedi hükümdar, yedi sikke, yedi kadim mekân. Ve tek bir gerçek:  Bu şehrin gizemli tarihi.

"Şehre bakıyorduk denizden. Sisler içindeydi İstanbul... Sisler içinde deniz... Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet'in minareleriydi görülen, Ayasofya'nın kubbesi, Topkapı Sarayı'nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi... Büyülü bir bulut gibi... Bir masal imgesi gibi... Yeni kurulmuş bir kent gibi... Taze bir başlangıç gibi... Genç, umutlu, güzel...

İstanbul'a bakıyorduk denizden. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk... Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alman hayata bakıyorduk... Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk..."

8 Ocak 2015 Perşembe

Kitap Evi - Enis Batur


İnternette neredeyse takip ettiğim herkesin okuduğu bu kitabı ben de okumak istedim. Kitabın konusu şimdiye kadar okuduklarımdan çok farklıydı. Hiç tanımadığınız birisinden size içe kitap dolu bir ev bırakılsaydı ne yapardınız? Kitabı okuduğum sürece böyle bir evin hayalini kurdum ve keşke o ben olsaydım dedim J kim istemez ki bu kadar değerli bir kütüphaneye sahip olmayı? Kitabı çok sevdim, özellikle içinde diğer kitaplardan yapılan alıntıları özellikle Oğuz Atay’ı, Kafka’yı sürekli hatırlatmasına bayıldım. Popüler edebiyattan hoşlanmayan kitapseverlerin mutlaka okuması gerektiğini düşünüyorum.

Altını çizdiklerim;

“Bir kitabın sayfaları arasına daldığınızda, ötekiler, sesleri ve sözleriyle kaybolurlar.” S-99

“Köktenci düşlerin, düşüncelerin en çekici yanı hepten masrafsız olmalarıydı.” S-118

Arka Kapaktan;

Hayatım kitapların arasında, ortasında geçti. Birkaçını yazdım, birçoğunu yaptım, daha çoğunu okudum, okumak için edindim, edinmek için elledim, sayfalarını karıştırdım, evimin duvarlarını kaplamalarından zamanla bir tür güvence duygusu yonttum. Neredeyse bütün düşüncelerimin, duyularımı harekete geçiren kıvılcımların kaynağında, kökünde, kuyusunda yer aldı kitaplar. Korktumsa, en çok onlardandır; şüpheler içinde kendi kendimi ve başkalarını kemirdiysem, onlardan. 

 

5 Ocak 2015 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar - Ali Lidar



Ot Dergi ve Afilifilintalar’dan takip ettiğim Ali Lidar’ın kitabı çıktı. Yine kısa kısa ama çok etkili yazılarıyla bizlerle buluşmuş. Her yazısını ayrı bir keyifle okudum. Kitabın adı Tesirsiz Parçalar ama üzerimde bıraktığı etki büyük oldu. Sizi yormayan düz yazı ile yazılan bu kitap gerçekten çok ama çok güzeldi. Kitabın içindeki bazı bölümlerde kare barkod sistemi işlenmişti, bu barkodları akıllı telefonlarınıza yüklediğiniz uygulamaya okutarak Lidar’ın bahsettiği şarkılara ulaşabiliyorsunuz. Bu sebeple yazılarının keyfi bir başka oluyor. Altı çizilebilecek çok cümle vardı. Ama ben sizin okuyarak bu keyfi yaşamanızı tavsiye ediyorum.

Arka kapaktan;

 "Beni affetme... Anlama da... Hayatımın özeti, düzeltilemeyecek kadar vahim bir anlatım bozukluğu... Beni daha fazla konuşturma... Ben susayım, sen ağla... Gusül abdesti alabileceğim kadar gözyaşı biriktir benim için... Sonra beraberce çayıma siyanür karıştıralım. Önce göm beni, sonra anla…"

Çocukluğa, büyümeye, Beşiktaş'a, bayramlık ayakkabılara, içinden oyuncak çıkan yumurtalara, coğrafi uzaklıklara, bakmak için ölünen gözlere bakamaya, âşık olmaya ve olamamaya; bazen Deep Purple'a, bazen Ferdi Tayfur'a, bazen Salinger'a, bazen Oğuz Atay'a; anneye, babaya, kardeşe, sevgiliye, insana; kısacası hayata dair tesirli bir bakış açısı...

Yanı başımızdaki insanların trajedilerine bir sigara içimi süresince üzülüp sonra unuttuğumuz bir dünyada Ali Lidar, yazdıklarıyla donmuş insanlığımıza ateşle yaklaşıyor.