30 Nisan 2013 Salı

Ofistekiler - Lale Erol Ulutaş

Romantik komedi tarzında, basit dille yazılmış ama ince ince de gerçek hayatımızı bize anlatan bir roman Ofistekiler. Lale Erol Ulutaş’ın gözlemleri çok yerindeydi, zaman zaman ben de plazada çalışan birisi olarak yarattığı karakterlere, kendi işyerimde çalışan kişilerin yüzlerini yerleştirdiğimi fark ettim. Amirler, iş arkadaşları, dostlar ve üçüncü kurum ve kuruluşlarda çalışan tipler… Demek ki her sektörde aynı tipler var ve etrafımız onlarla sarılmış durumda J
Keyifli vakit geçirmek istiyorsanız Rüya’nın günlük tadında yazdığı hikâyesini okuyun derim.
Altını çizdiklerim;
“Ortaya çıkardığın iş kadar, kendini de satmayı bilmelisin, kendini pazarlamalısın, yoksa kimse seni fark etmez.” S- 21
“Adı üstündeydi, yönetici, yönetmekten geliyordu, insanı yönetmek, ona iş yaptırmak. Gerektiğinde kırıp dökerek, inciterek ama işi bitirmek ve bir üste teslim etmek. Teslim ederken ağız dolusu konuşmak ve işi dünya üzerindeki en mükemmel çalışmaymış gibi pazarlayabilmek” S- 51
“Sınırlı yaşantılarımızda varlığımızı anlamlı kılan önemli duygulardan biri değil miydi başarı ve başarıya duyulan tutku?” S- 55
“Aşkta arkadaşlık olmaz. Aşk bir gerilim meselesidir. İçinde biraz gizem, biraz çekişme barındırır. Arkadaşlık, paylaşım falan dedin m, o sevgidir belki ama aşk değil kesinlikle.” S- 107
“Edebiyat böyle bir şey değil miydi zaten; tek boyutlu ömrümüzde, başkaları, başka birileri olarak aldığımız kısa molalar.” S- 150
“Aşk belirsizlikti, kaynağını oradan alıyor, bilinmezden besleniyordu.” S- 200
Arka kapaktan;
Uluslararası bir ilaç şirketinin iletişim departmanında çalışmakta olan Rüya, gün geçtikçe değişen iş dünyasına uyum göstermekte zorlanmaya başlar. Otuzlu yaşlarının ortalarına gelmiş bir kadın olarak Rüya, özenle kurduğu düzeni, evliliğini, kişiliğini sürekli sorgulamaktadır.

26 Nisan 2013 Cuma

Piruze - Sinan Akyüz

Okuduğum ikinci Sinan Akyüz romanı Piruze. Babası diplomat olduğu için sürekli ülke değiştiren bir ailenin akıllı ve bir o kadar da güzel kızları Piruze’nin Suriye’de bir adamla tanışması ve evlilikleri süresince çektiği sıkıntıları anlatan bir gerçek hayat öyküsü. Ortadoğu’nun kadınlara karşı ne kadar acımasız ve onları ne kadar değersiz gördüklerinin küçük bir kesitiydi okuduklarım. Şeriatın kadına nasıl da değer vermediğini, onu bir eşya gibi gördüğünü bir kere daha anladım. Erkeklerden gelen böylesine zulmün arasında aslında kadınların da birbirlerine ne kadar acımasız davrandıklarını okudum. Sanırım kendine güvensizlik ve sürekli baskı ortamı kadınları da erkekler gibi vahşileştiriyor.
Kitabın yazarının bir erkek olması ve yazarın kadın bakış açısıyla olayları, duyguları yansıtmasını çok beğendim. Yazar gayet akıcı bir anlatım diline sahip. Daha önce de aynı yazarın İncir Kuşları isimli romanını okumuş ve onu da çok beğenmiştim.
Altını çizdiklerim;
“Aşktan kör olmuş birine nasihat vermek, sarhoş birinin eline kılıç vermeye benzer” S- 100
“İnsanoğlu kesilmemiş kavun, karpuz gibiymiş. Kavunun, karpuzun tadını almak için kesmek, bir insanı tanımak için de onunla aynı yastığa baş koymak gerekiyormuş.” S- 351
“Biz kadınlar erkekler yüzünden gölge varlıklar olduk. Onların gözünde gölge ise teferruattandır.” S- 399
Arka kapaktan;
Yaşadığı acı gerçeklerden kurtulmak için Şamlı bir kocanın elinden Türkiye’ye kaçan genç bir kadının oğullarına kavuşmak için verdiği mücadelenin hüzün dolu hikâyesi, hafızalarınızdan kolay kolay silinmeyeceğe benziyor.

24 Nisan 2013 Çarşamba

Pasaklı Tanrıça - Sophie Kinsella

 

Okuduğum en eğlenceli kitaplardan birisiydi. Genç ve güzel bir avukat olan Samantha’nın işinde yaptığı bir hata ve bundan sonra bütün hayatının değişmesini konu alan bir kitaptı. Hayatında elini ütüye sürmemiş, yemek yapmamış bir avukatın, yaptığı hatadan kaçarken şuursuz bir şekilde bir ailenin yanına hizmetçi olarak işe girmesiyle başlayan komik olayların anlatıldığı bir romandı.
Aslında günümüz yaşamlarında nasıl da robotlaştığımızı komik bir dille anlatan bir romandı. Açıkçası bende bir sahil kasabasına gitmek ve bundan sonra orada yaşamak arzusunu uyandırdı. Filmi çekilmeli çünkü ben sanki bir film izliyormuşum gibi okudum kitabı.
Altı çizilecek pek cümle yoktu ama genel ana fikrinin altı çizilmeli sanırım…
Çok çalışıyoruz, koşturmaca içinde kendimizi unutuyoruz. Aslında gerçekten istediğimiz hayat bu mu? Bütün gün kapalı ofislerde oksijenin havalandırmalardan geldiği bir hayat mı bizim yaşamak istediğimiz? Sadece yeteri kadar para kazanıp, kendimize vakit ayırabileceğimiz başka çalışma alanları yok mu? Ne iş yapıyorsak yapalım ara sıra keyif alacağımız bir şeyleri yapmalıyız değil mi?
Arka Kapaktan;
Adım Samantha. Yirmi dokuz yaşındayım. Hayatımda hiç yemek pişirmedim. Yer silmedim. Toz almadım. Düğme falan da dikemem. Yapmayı bildiğim tek şey kontratları yeniden düzenlemek ve müvekkilimi milyonlarca pound kar ettirmek.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler - Jan-Philipp Sendker

Birlikte yaşadığımız insanları, annemizi, babamızı, kardeşlerimizi yeterince tanıyor muyuz?
Onların bizden farklı bir geçmişleri, hayatları olabilir mi?
Aşkı yaşamak için görmeye, duymaya, dokunmaya ihtiyaç var mıdır?
Uzun yıllar boyunca kayıp olan babasının yazdığı bir mektubu bulan ve bu mektubun arkasındaki gerçekleri öğrenmek için yola çıkan Julia’nın hikayesi bu kitap.. Mi-Mi adında bir kadına yazılan mektup, devamındaki sıcak aşk hikâyesi… Geçmişin U Ba adındaki bir adamdan bir film gibi kendisine anlatılması…  Babasının çocukken geçici bir körlük yaşadığını ve aslında hiç tanıdığı gibi olmadığını öğrenmesi.  Ve Mi-Mi’ye olan naif aşkı...   
Fiziksel engellerin insanların hayatı nasıl etkilediğine de dikkat çekilmiş. Yaşanan körlük sebebiyle doğanın ve çevrenin tasvirlerine de gayet başarılı bir şekilde yer verilmiş. En çok bu kısmını sevdim diyebilirim. U Ba, babayı anlattığı dönemde, sanki çiçeklerin kokusunu, böceklerin çıkardığı sesleri, ormanın yeşilliğini ben de yaşadım… Bu sebeple okurken huzur kapladı içimi…
Altını çizdiklerim;
“Bizi kör, sağır eden hiddettir, ya da korku. Kıskançlıktır. Güvensizliktir. Korktuğunda, öfkelendiğinde dünya kasılır, şirazesinden çıkar. Hem bizim için, hem de gözleriyle görenler için. “ S- 120
“Beklemenin, yürüyemeyen ve diğer insanların yardımına muhtaç olan birinin hayatının ayrılmaz parçası olduğunu öğrenmişti.” S- 161
“Müzik, derdi babam sık sık, bir tanrının ya da semavi gücün varlığına inanabilmemin tek nedenidir.” S- 227
“Sevgi öyle farklı yüzlerle karşımıza çıkar ki hayal gücümüz bile hepsini görmeye hazırlıklı değildir.” S- 234
Arka Kapaktan;
Başarılı ve ünlü avukat olan babası tam da Julia’nın fakülteden mezun olduğu günün ertesi sabahı ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur.. birkaç yıl sonra ise annesi şans eseri bulmacanın bir parçasını bulacaktır- Mi-Mi adında gizemli bir kadına 40 yıl önce yazılmış ama gönderilmemiş bir mektup.

12 Nisan 2013 Cuma

Ruhi Mücerret - Murat Menteş



Okuduğum ikinci Murat Menteş romanı oldu Ruhi Mücerret. Daha önce Dublörün Dilemması’nı okumuş ve çok beğenmiştim. Bu kitapta da hayal kırıklığı yaşamadım. Yazarın zekâsına ve olayları kurgulamasına hayran kalıyorum her seferinde… Özellikle yaptığı kelime oyunlarına, karakter isimlerini seçmedeki hassasiyetine bayılıyorum. Okunması gereken bir roman çıkarmış yine ortaya Menteş. 100 yaşındaki bir savaş gazisi olan Ruhi Mücerret’in ömrünün son günlerinde kendisine bırakılan bir vasiyeti yerine getirmek için yaşadığı absürt olaylar konu alınmış. Aynı olaylar yine iki farklı kişinin bakış açısıyla yansıtılmış. Kitabın ilk bölümünde Ruhi Mücerret’in ağzından okuduğumuz hikâye ikinci bölümde son dönemde arkadaşlık ettiği Civan Kazanova’nın dilinden aktarılmış. Bu iki kişinin aynı olayı yaşaması ve farklı düşünceleri, diğer karakterlerin yaşadıkları ve anlattıkları mükemmel ve bir o kadar komik detaylarla süslenmiş. Reklamların hayatımızdaki yeri çok ince bir şekilde ele alınmış. Özetle ben çok sevdim ve filmi çekilse izleyeni çok olur diyebilirim. Bir de D&R’dan yazar imzalı olan kopyalardan birisini yakaladığım için kendimi şanslı sayıyorumJ
Altını çizilebilecek çok cümle vardı çünkü yazar diyaloglarının çoğunu Ruhi Bey’in aforizmaları üzerine kurmuş…
“Evlilik dediğin, kadınlara dırdır etme yetkisi, erkeğe de somurtma imtiyazı veren kutsal bir bağdır.” S- 41
“Zayıflamanın sırrı karnı içeri çekmektir. Zenginliğin sırrı, son 100’lüğü bahşiş olarak vermektir. Gençliğin sırrı ise yaşın hakkında yalan söylemektir.” S- 43
“Aşk, gençlerin oynadığı fakat ihtiyarların bildiği bir oyundur.” S- 47
“Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görürler.” S- 144
Arka kapaktan;
İstiklal Harbi’nin son gazisi,
100 yaşındaki milli kahraman Ruhi Mücerret
Bir dünya starına nasıl dönüşüyor?

9 Nisan 2013 Salı

Mektubun Avcumda - Rüştü Onur


Birçokları gibi ben de Kelebeğin Rüyası filmi ile tanıştım Rüştü Onur ile. Mediha Sessiz’e duyduğu aşkın ne kadar saf ne kadar temiz olduğunu gördüğümde daha çok etkilendim kendisinden. İki genç insanın aşkı, fakirliğin içinde,  bir de üstüne hastalıklarla boğuşmalarının hikâyesi bu kitap. Rüştü Onur’un hayatta en sevdiği insana yazdığı naif mektuplar… Mediha (Sessiz) Onur’un ölümünden sonra ablasının itinayla sakladığı mektuplardan oluşan bir kitap bu. Keşke Rüştü Onur'un da ailesi Mediha Onur'un mektuplarını saklasaymış diye düşünüyorum.
En etkileyici yanı ise orijinal mektupların resimlerinin de kitapta bulunması sanırım… Okurken hem çok keyif aldım hem de sanki özel yaşamlarına onların izni olmadan giriyormuşum gibi suçlu da hissettim kendimi.
20 ve 22 yaşında gencecik yitip giden hayatların hikâyesi... Bunca zaman uzak kalan sonra türlü problemleri atlatıp evlenen ancak 2 ay sonra ölüm sebebiyle ayrılan hayatlar…
Altını çizdiklerim;
“Benim için imkânsız bir iş, ölümün önüne geçememek.” S- 35
“Ama sen benim böyle şiirlerimi bilmezsin. Yeni tarz şiirler. Eğer bize de şair demek lazımsa, yeni şairler diyorlar. Belki ileride biz de bir şeyler oluruz.” S- 59
“Vuslat bir aşkın sonu değil, bir aşkın tekrar başlangıcıdır.” S- 187
“Bazen Allaha beni böyle fakir dünyaya getirdiği için kızıyor isyan ediyorum. Bu günahmış, ne olursa olsun. Niçin ben dilediğim gibi yaşayamıyorum?” S- 231
Arka Kapaktan;
Rüştü Onur, 1920’de doğmuş 1942 yılında ölmüştür. Kısacık bir ömür… Ama yürek yakan şiirler ve mektuplar yazmış…

8 Nisan 2013 Pazartesi

Tehlikeli Oyunlar - Oğuz Atay


Kitap Kardeşliği grubunun oylaması sonucu Nisan ayında Tehlikeli Oyunlar okunmasına karar verildi. Ben de bu grubu bir süredir takip ettiğim için Nisan ayında aralarına katılmaya ve bu kitabı diğer Kitap Kardeşleri ile 1 Nisan’da okumaya başladım… Kitap Kardeşliği grubunda bulunmak gerçekten zevkli.. Kim hangi sayfada, hangi cümlelerin altını çizmiş, okuduğu yere kadara düşünceleri neler, bunları görmek çok keyifliydi. Bu oluşumu var eden StyloPunk’a teşekkürlerimi sunuyorum.
Nisan ayında okuduğumuz kitaba gelince maalesef aynı keyfi aldığımı pek söyleyemeyeceğim…  Daha önce hiç Oğuz Atay okumamıştım ve muhtemelen bir daha da okuyacağımı zannetmiyorum. Okumakta gerçekten zorlandığım ve defalarca bırakmayı düşündüğüm bir romandı. Roman da diyemiyorum aslında daha çok bir tiyatro oyunuydu gibiydi bu kitap.
Başroldeki Hikmet ve onun aklında yaratılan gerçek mi yoksa hayal mi olduğu konusunda çoğu zaman şüpheye düştüğümüz diğer kahramanlar… Albay, Bilge, Sevgi, Nurhayat Hanım, Nursel hanım ve daha niceleri… İtiraf etmem gerekirse Hikmet’e sinir olduğum zamanlar oldu ancak, çoğu zaman güldürdü beni… Genelde de Hikmet’in anlattığını hissettiğim gibi okudum anlattıklarını, hızlı, kesik kesik, karışık…
Altını çizdiğim cümleler elbette ki vardı...
“Deliler uzun yaşar, budalalar uzun ömürlü olur, aptallar rahat eder.” S- 36
“İnsan bazı güçlüklerden, ancak onları unutmak suretiyle kurtulabiliyor” S- 89
“Zenginler, hiçbir şeye aldırmama, hiçbir şeyden heyecanlanmama lüksüne sahiptirler; bu nedenle çok yaşarlar.” S- 154
Son olarak Albay’ın Hikmet’i özetleyen cümlesi ile bitirmek isterim; “Oğlum sen, bu her şeyi birbirine karıştırmanla, hiçbir zaman gereken alakayı göremeyeceksin” S- 276
Arka Kapaktan;
Kişinin kendiyle savaşmasını ve yenmesini, kendini dönüştürmesini hayati bir sorun olarak algılamaya çağıran, çarpıcı ve sarsıcı bir roman. Romanın başkişisi Hikmet Benol, toplumdaki yoğun kargaşanın temelinde yatan gerçekliği araştırırken, gerçeklerle içtenlikle ilgilenmenin toplumu yönetenlerce tehlikeli görüldüğünü seziyor ve “oyun oynuyormuş gibi” ilgilenmenin ve yaşamanın yollarını araştırıyor. Ve hem “tehlikeli” hem de “oyun”la dolu bir yolda gidebileceği son noktaya kadar ilerliyor.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Film Kulübü - David Gilmour



Anne ya da baba olduğunuzda bir gün çocuğunuz size gelip,  "ben okula devam etmek istemiyorum" derse ne yapardınız? Çocuğunuz kaybetmeden onunla aranızda samimiyeti ve aynı zamanda otoriteyi nasıl sağlardınız?
 David Gilmour, oğlunun okulu bırakma kararına istinaden ona tek bir şart öne sürüyor. Sadece haftada üç kez birlikte film izleyecekler… Gilmour’un kendisinin seçtiği filmleri. Zaman içinde aşk, ihanet, okul, hayat üzerine filmlerden yola çıkarak konuşmaya, dertleşmeye başlayacaklardır.
Bir babanın oğlunu kaybetmemek için öne sürdüğü bir şart ve bunun baba oğul üzerindeki etkilerinin hikâyesi.
Kitapta en sevdiğim olay, izlediğimiz filmlere farklı bakış açılarının getirilmesiydi sanırım. Özellikle film meraklılarının dikkatini çekebilecek bir kitap olduğunu düşünüyorum…
Baba oğulun izlediği filmlerden bir kaçı;
CASABLANCA, BASIC INSTINCT, THE GODFATHER, BEETLEJUICE, SOME LIKE IT HOT, JACKIE BROWN, LEON, BREAKFAST AT TIFFANY’S, CITIZEN KANE, SINGIN’ IN THE RAIN…
Arka Kapaktan;
Sıra dışı bir anlaşmaydı: Jesse okulu bırakabilirdi, bütün gün uyuyabilirdi, çalışmasına ya da kira ödemesine gerek yoktu… ama karşılığında haftada üç film seyretmesi gerekiyordu… babasının seçtiği üç filmi…