27 Haziran 2014 Cuma

Sen Kaç Ben Onları Oyalarım - Bülent Usta


Neresinden başlasam, hangi detayı veya göndermeyi anlatsam bilemediğim bir kitap Sen Kaç ben Onları Oyalarım. Yazarı Bülent Usta’nın çok kıvrak bir zekâya sahip olduğunu düşünüyorum, süper bir kurgu ile kötülüklere son veren ve aynı zamanda birbirleri ile de husumet içinde bulunan kahramanlar yaratmış ve bunları bizimle paylaşmış. Bazıları gerçekten mafya ve suçlu, bazıları ise bir nevi Dexter gibi kötüleri ortadan kaldırıyorlar ve temiz bir dünya hayali düşlüyorlar. Bülent Usta, yeni kitaplarını takip edeceğim yazarlar listeme girdi bile.
Kitabın en başında Murat Menteş’e teşekkür yazısını gördüğümde ne tip bir kitap olabileceğini hissetmiştim. Bir sürü karakter birbirinin içine geçmiş bir keşmekeş ama hepsinin çok ince bir mizahı var. Yeni dönem yazarlarını gerçekten seven birisi olarak bu kitaba bayıldım ve bitmesin diye yavaş okudum. Alın okuyun, pişman olmayacaksınız. 
Altını çizdiklerim;
“Dünya erkek egemendir. Ama bu coğrafyada erkek daha bir egemendir. Kadını dövmek, tecavüz ve öldürmek ata sporları haline gelmiştir. Kadınlara yapılan bu işkence elbette sağlıksız beyinlerin eseridir.” S-24
“Yaşıyorken görmediğimiz bu sokak çocuklarını ölürken de görmemişiz demek ki”. S- 116
“Çocuklar ailelerini seçemezler. Çok çocuklu bir ailede babanız bile sizi zor tanırken hayata nasıl girebilirsiniz ki?” S- 116
“Eğer günün birinde bu aşk hastalığına yakalanırsanız tek dozda kesin tedavisi var: Evlilik. Hemen evlenin, iyileştiğinizi göreceksiniz.” S- 134
“Neden çocukluk arkadaşlarımızla dostluğumuz, hayatımıza biz olgunlaştıktan sonra giren insanlarla olan dostluğumuzdan daha köklüdür? Yıllar mı ilgili, yoksa çocukluktaki ilişkilerimizin daha çıkarsız ve masum olmasından mı?” S- 166
“Hepimiz suyun altındayız. Âşık olduğumuz anlarda, güldüğümüz ya da bir sanat eserine baktığımız anlarda suyun üstüne çıkıp ciğerlerimizi hava ile dolduruyoruz. Sonra tekrar suyun altına giriyoruz. Her an boğuluyoruz ama ölmüyoruz.” S- 202
Arka Kapaktan;
Adaletin yetmediği yerde onlar vardır! Onlar gibi kahramanların yanında süpermen bile amatör kalır! Adını hiç duymadığınız topraklar için savaşır, mahallenizdeki suçu daha işlenmeden bertaraf ederler! Tecavüzcüyü hadım, hırsızı telef ederler! gizlenirler, takip edilemezler! izlerler, görünmezler!
Öldürürler, yakalanmazlar! âşık olurlar, kurşuna atlarlar! ölürler ama vazgeçmezler...
Peki, kimdir bunlar?
 

24 Haziran 2014 Salı

Delifişek - Jose Mauro De Vasconcelos


Şeker Portakalı ile başlayıp, Güneşi Uyandıralım ile devam eden Zeze’nin maceraları Delifişek ile son buluyor. Zeze artık büyüdü, ne bir portakal fidanına gönülden bağlı ne de kalbinde bir kurbağa var… Artık acıları daha gerçek, yaraları daha zor sarılıyor. Tek olumlu gelişme ise babasıyla daha rahat bir iletişim kuruyor olması. Ve en önemlisi de bu kitapta artık genç bir erkek olan Zeze aşık oluyor ve acısını yine içinde yaşıyor. Çünkü “kavuşamayınca aşk olur” !
Söylenecek çok fazla bir şey yok çünkü Vasconcelos’un kalemi ve konusu belli, belli bir okuyucu kitlesi var. Tek tavsiyem diğer kitapları okumadan bunun okunmaması gerektiği, Zeze’yi en iyi anlama yolu, çocukluğunda yaşadıklarını bilerek bu kitaba başlanması.
Ayrıca belirtmeden geçemiyorum, Zeze’yi okurken hep bir Küçük Prens tadı alıyorum. Çocukların bu kadar masum ve riyasız olmasından sanırım…
Altını çizdiklerim;
“Ayağımıza bir parça çamur bulaşması, günün birinde toprak olacağımızı hatırlatır.” S- 27
“Sustum. Düşüncelerle yaşamak daha iyiydi.” S- 39
“Günışığı karanlığın korkularını uzaklaştırıyordu hep.” S- 68
Arka Kapaktan;
Ünlü Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos'un, kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı Şeker Portakalı'nı Türkiye'de yediden yetmişe herkes severek okumuştur. Romanın kahramanı Zezé, çocukların olduğu kadar büyüklerin de yüreklerinde taht kurmayı başarmış sevgi dolu bir çocuktur. Şeker Portakalı'nın ikinci bölümü olan Güneşi Uyandıralım'da Zezé biraz daha büyümüştür. Çocukluğunun biricik dostu şeker portakalı fidanı yoktur artık. Onun yerini yeni bir dost almıştır: Yüreğinde yer eden sevgili bir Kurbağa'dır bu. Dizinin üçüncü kitabı Delifişek'te ise Zezé'yi daha da büyümüş bulacaksınız. O artık yeniyetmelikten çıkmış, bir delikanlı olmuştur. Yaşamın katı gerçekleriyle yüz yüzedir; haklarını arayan, özgürlüğünü yaratmaya çalışan bir genç adamdır Zezé.

19 Haziran 2014 Perşembe

1001 Fıçı Bira - Ferhat Uludere


Yine bir yazarın ilk romanını okudum. Platonik ve sorunlu bir aşkın anlatıldığı, sürekli içki masasın etrafında dönen sohbetlerin olduğu bu romanı çok sevdim.  Küçük kasabalarda yaşananları, insanların birbirini tanımasını ve hep aynı çerçevede geçen hayatları biraz umutsuz ama çokça da keyifli yazmış Ferhat Uludere. Lüleburgaz’a hiç gitmedim ama oradaki eski meyhaneleri sanırım biliyorum...
Özetle konusu ise şöyle; İstanbul’da yaşayan ve yazar olarak hayatını kazanan Feryat yıllar sonra evine Lüleburgaz’a döner. Eski arkadaşları ile sıkça vakit geçirmeye başlar ve bir gün 17 yaşında iken aşık olduğu kızın yani Şehrazat’ın da geri döndüğünü öğrenir. Ondan sonra bu umutsuz aşığın hayatı içki masaları ve Şehrazat etrafında dönecektir.
Kitabın ne kadarı otobiyografik bilemiyorum çünkü Ferhat Uludere çok samimi bir dille yazmış, hepsi gerçekmiş gibi geliyor. Sanki bir arkadaşımın günlüğü elimdeymiş, onu okuyormuşum gibi hissettim.
Arka Kapaktan;
Anne, ben nezarethanede kalacaksam bunun yüce amaçlar uğruna olmasını istedim hep, ama bir türlü olmadı. Hep sokaklarda içki içtiğim için içeri alındım. Başkomiser ne suç işlediğimizi sorduğunda, yanındaki memur küçümseyerek hep aynı cevabı verdi. “Umuma açık yerde alkollü içecekler tüketmek. ” Anne, tek suçumuz buydu hayatta; umuma açık yerlerde alkollü içecekler tüketmek. Suçluyum ben Anne, oğlun sandığın gibi temiz, lekesiz biri değil, umuma açık yerlerde alkollü içkiler tüketen bir serseri, ama suçluyum diye beni yargılama Anne; bu suçu kocan da işledi, büyük oğlun da işledi, hatta belki de o bu suçu aramızda en fazla işleyen kişi olarak suç dünyasına adını altın harflerle yazdırdı.”

16 Haziran 2014 Pazartesi

Germinal - Emile Zola


Ölüm geldi mi lambayı söndürür!!!”
Sırf bu cümle bile bu kitabın okunmaya değer olduğunu gösteriyor! Hepimizi yasa boğan Soma faciasından sonra #kitapkardeşliği tarafından seçilen bu kitap o yıllardan bu yıllara hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor. Aslında sırf bu yüzden biraz kızgınım ve üzgünüm.
Hayatlarının tek geçim kaynağı madencilik mesleği olan bir kasabada yaşanan olaylar ve bu kasabaya yeni gelen bir adamla birlikte insanların bilinçlenerek haklarını savunmaya başlamalarını konu alan bu kitap beni gerçekten etkiledi. Etienne’nin Catherine’e olan aşkı, kadınların toplumdaki değersizliği, güçlünün güçsüzü hep ezme çabası, açlık ve sefalet bu kitapta iyi işlenmiş konulardandı. Ayrıca grevin devamında işlerin nasıl yoldan çıkabildiği de ilginç bir ayrıntıydı. Kitabın kalınlığı gözünüzü korkutmasın çünkü başlandığı anda kolayca ilerleyebileceğiniz bir akıcı dile sahip.
Kitap bittiğinde ise tek düşündüğüm “sadece 5 cent daha fazla istemişlerdi” bu kadar basit bir istek bile işletmeciler tarafından nasıl bastırılmaya çalışıldı…
Altını çizdiklerim;
“Kan mı bu? Hayır, kömür tozu… İçimde ölene dek beni ısıtacak kömür var.” S- 9
“Anlaşabilmenin en iyi yolu serinkanlı olmaktır. “S- 55
“İnsan güçlü olmadığı zaman akıllı olmak zorundadır.” S- 62
“İnsan, hayvan gibi yerlerde süründüğü zaman, hiçbir vakit elde edemeyeceği şeyleri kendisine veren tatlı bir yalan bulunmalıydı yaşamında.” S- 176
“Ama yöneticiler bütün uyarıları aynı sinirli cümleyle yanıtlamışlar: kömür çıkarmak her şeyden önce gelirmiş, kuyu daha sonra rahat rahat onarılırmış nasıl olsa.” S- 473
Arka Kapaktan;
Yüzyıl sonunda, kan rengine bulaşmış bir akşam vaktinde, kesinlikle hepsini peşlerinden sürükleyecek bir isyanın kıpkırmızı görünümüydü. Evet, bir akşam vakti, dizginlerini koparan, gemi azıya alan halk, böyle döt nala koşacaktı yollarda. Burjuvaların kanını akıtacaktı dereler gibi, kesik başları gezdirecek, kırılan kasalardan dökülen altınları her tarafa saçacaktı. Kadınlar uluyacak, erkekler de ısırmak için kurt çenesini andıran çenelerini açacaklardı. Evet, gene paramparça giysileri, gene saboların yankılanan tıkırtılaı, pislik içindeki bedenleri, kötü kokan nefesleri, dizginlenemeyen barbar taşkınlığıyla o öfkeli, dehşet verici kalabalık alt üst edecekti ortalığı. Her tarafta yangınlar çıkacak, taş üstünde taş kalmayacak, yoksulların bir gecede kadınlara saldırıp, varlıklı kimselere ait şarap mahzenlerini boşaltacağı o müthiş şehvet ve yeme sefahatinden sonra ilkel insanlar gibi ormanlara dönülecekti. Belki de yeni bir ünyanın geleceği güne kadar hiçbir şey kalmayacaktı. Ne para ne şöhret. Evet, doğanın bir gücü gibi bunlar geçiyordu yoldan işte ve içerdikleri de yüzlerinde bunların korkunç rüzgarını hissediyorlardı. Başka bir çığlık, 'Marseillaise'i bastırdı: 'Ekmek!Ekmek!Ekmek!'"

12 Haziran 2014 Perşembe

Rüya Gören Kız - Nil Esra Başaran



Özellikle adını çok beğendiğim için aldığım bu öykü kitabını zevkle okudum. Sanki gördüğü bütün rüyaları bir masalmış gibi bize anlatan Nil Esra Başaran’ın ilk öykü kitabı Rüya Gören Kız.  Okudukça ben de gördüğüm rüyaları bir kenara not etsem diye düşünmeden edemedim. Kısa ve basit cümleler ile yazılan bu kitabını beğendim, düşler ve gerçeklik arasında bir kayboluyorsunuz. Keşke biraz daha uzun olsaydı.
Arka Kapaktan;
“Anne” ile dolu geçmişe gülümseyen bir yüz…
İntihar eden bir kadının kendisi ve geçmişiyle hesaplaşması…
Gerçek hayatta yaşamak yerine zihnindeki dünyada var olmayı seçen bir minyatür sanatçısı…
Evliliği boyunca kişiliği örselenmiş bir eski İstanbul hanımı…
Tekdüze giden yaşantısına bir tat katmak isteyen Gülsüm’ün hayal kırıklığı…
Renklerle, sorgulamalarla çevrili bir adam…
Ve arafta kalan dört ruh...
 Hepsi bir arada... Düşlerin ardından doğan öyküleriyle Nil Esra Başaran’ın ilk kitabı Rüya Gören Kız’da...

9 Haziran 2014 Pazartesi

Amerikan Sapığı - Bret Easton Ellis


Kötülük olunan bir şey midir? Yoksa yapılan bir şey mi?
Patrick Bateman Amerikan rüyasını yaşayan, Wall Street’te çalışan ve kısaca paraya para demeyen bir adam. İyi restoranlar, kadınlar, pahalı içkiler ve kıyafetler arasında sürüp giden bir yaşamı var ancak içinde fırtınalar kopuyor. Bu romanın iki türlü yorumlanabileceğini düşünüyorum.  Ama sonuçta yorumlarımın sonu aynı yere çıkıyor. İlk düşüncem Patrick’in bu cinayetleri işlemediği ve hayal ettiği yönündeydi, diğer düşüncem ise özellikle sonlara doğru anlatmaya başladığı, çözüldüğü ve güçsüz kaldığı yerlerde de yaşananların hepsinin gerçek olabileceğiydi. Ama dediğim gibi sonucunda her şeye sahip ama hiçbir şeye sahip olmadığını düşünen bir adamın hep daha fazlasına sahip olma hırsının anlatıldığı bir kitaptı.
Kitapta kıyafetler, aksesuarlar, mobilyalar, elektronik cihazlar, yemekler, içkiler yani aklınıza gelebilecek her şeyin bir markası vardı, tanımlamaların hepsi bu yöndeydi. Birçok tasarımcının isimlerini ilk bu kitapta duydum. İnsanların görünüşlerinin tasvir edilmesinden çok giydikleri ile bir tanımlanmaları farklıydı.
Kitap bittikten sonra filmini izledim, bunca yıldır neden izlememişim bilmiyorum. Sanırım çok vahşet olduğu hususunda yorumlar kalmış aklımda. Aslında kitap çok daha kanlıydı diyebilirim. Bütün bu cinayet, acı çektirme vs. olayları arasında beni en çok etkileyen dilencilere davranış biçimiydi zannedersem, sadece 1 doları uzaktan sallayıp vermemesi bence en büyük acımasızlıklarından birisiydi.
Bu kitap okunmalı, filmini izlediyseniz bile yine de okuyun…
Ne yalan söyleyeyim ki hissettirdiklerini tam anlatamadığımı düşünüyorum.
Arka Kapaktan;
Kendimle ilgili daha derin bir bilgi edinmiyorum, bunları anlatışımdan çıkartılabilecek yeni bir anlam. Bütün bunları size anlatmam için hiçbir neden yoktu. Bu itirafın hiçbir anlamı yoktu... Aklıma gelmezdi hiç, insanlar iyi midir, insan kendini değiştirebilir mi, insan bir duygudan ya da bir bakıştan ya da bir jestten haz duyarsa dünya daha iyi mi olur, ya da başka birinin aşkını ya da iyiliğini kabul ederse. Hiçbir şey olumlayıcı değildi, ruh cömertliği lafı hiçbir şeyi açıklamıyordu, bir klişeydi, kötü bir şakaydı. Seks aritmetiktir. Bireysellik mesele değil artık. Zeki olmak neye yarar ki? Aklı tanımla. Arzu -anlamsız. Zeka hiçbir şeyi iyi edemez. Adalet öldü. Düşünmek yararsız, dünya anlamsız. Kötülük dünyanın tek sürekliliği. Aşka güvenilmez. Yüzey, yüzey, yüzey, insanın anlam bulabildiği tek şey yüzey. Benim gözümde uygarlık buydu, devasa ve tırtıklı bir bıçak ağzı gibi...
Kötülük olunan bir şey midir? Yoksa yapılan bir şey mi? Dünyaya lanetler yağdırıyorum ve de bana öğretilen her şeye; ilkelere, seçkinliklere, seçimlere, ahlak derslerine, uzlaşmalara, bilgiye, birlik olmaya, dua etmeye -hepsi yanlıştı, hiçbirinin kendi başına bir amacı yoktu. Hepsinin dönüp geldiği şu: öl ya da uy. Kendi bomboş suratımı gözümün önüne getiriyorum, bedeninden ayrılmış sesi, ağzından çıkan; Bunlar korkunç zamanlar.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Çıplaklar - Iva Prochazkova



Bu kitabın küçük bir tanıtım metni bana e-posta olarak geldi. On8 Kitap'a,  kitabın ilgimi çektiğini söylediğimde ise çok nazik bir şekilde bana hediye olarak yolladılar.  Öncelikle kendilerine teşekkür ediyorum…

Gençliğin daha doğrusu ergenlik çağında hissedilenlerin anlatıldığı kitaplara bayılırım, çünkü hepimiz oradan geçmişizdir ve yaşadıklarımızı okumak hoşumuza gider. Bu kitapta da Berlin’de yaşayan beş gencin birbirine geçen hikâyelerini anlatılmaktaydı. Bu beş gençten birisi mutlaka birimize hitap edecektir, çünkü hepimizin kendimizden bir şeyler bulacağımızı düşünüyorum.

Ben okurken Sylvia’nın düşüncelerine, onun toplum normlarına kendince başkaldırmasına ve sadece istediğini yapıyor olmasına inanılmaz saygı duydum ve kendime en yakın onu hissettim. Sylivia’yı okurken sürekli bir uzaklaşma, doğaya gitme ve yüzme isteği ile doldum diyebilirim. Kitabın kapağının da bu algıda çok büyük etkisi olduğunu söylemem lazım. Her şeyi bırakıp gitme isteği çokça hissediliyor.

Aşk ve terk edilmişlik, sevdiğin birisine yardım edememe duygularını da Niklas yaşattı bana… En heyecanlandığım yerler ise Robin’le ilgili olan kısımlardı sanırım.

Özetle çok sade ama satır aralarında çok güzel mesajlar veren bu kitabı çok beğendim.

Kitabın adı Çıplaklar ama kimsenin aklına cinsellikle alakalı bir çıplaklık gelmesin çünkü yazar hislerimizin çıplaklığından bahsediyor. Bence romana inanılmaz güzel bir isim bulunmuş, daha yalın daha sade bir dille anlatılamazdı.

Kitapta bir sürü cümlenin altını çizdim ve sadece bir kaçını sizinle paylaşacağım…

“Ergenlik acayip bir durumdur tekrarlanamaz. Ergenlikte insan çıplaktır yani her şey ona doğrudan temas eder. Temas, aynı anda hem uyarıcı hem de acı vericidir.

Ancak, yaşın ilerledikçe giyinmeye başlarsın. Giderek daha fazla tabaka edinirsin, bunlar seni duyarsız kılar. İnsanlar bütün toplum çıplak kalsaydı, hepimiz önce birbirimizi kucaklar, sonra da toplu harakiri yapardık.” S- 38-39

“Kadere bağlı karşılaşmalar bir çırpıda silinemez..” S- 165

“Arka planı, gelişim bağlantılarını, sanat yönelimlerini öğrenmek, yaratıcı süreç için de önemlidir. Bilgisizlik hiçbir sanatçıyı daha iyi kılmamıştır.” S- 224

“Özgürlük senin için ne değilse, benim için o olabilir. Her birimizin içinde, kişisel istek ve hayallerle birlikte, özgürlük hayalini de etkileyen herhangi bir olay saklıdır. Ancak bu hayal başkalarına aktarılamaz.” S- 267

Arka kapaktan;

Yaşın ilerledikçe, giyinmeye başlarsın. Giderek daha fazla tabaka edinirsin, bunlar seni duyarsız kılar. Bütün toplum çıplak kalsaydı, önce birbirimizi kucaklar, sonra da toplu harakiri yapardık.

Kendini çıplak hissetmiyor musun artık?

Babası yavaşça ve üzgün bir ifadeyle başını iki yana sallıyor.

Belki de o kadar çok tabakam yoktur, ama doğrudan temas benim için bir mucize olurdu.

Yani bütün bunlar... Şimdi yaşadıklarım... Geçecek mi?

Büyük ihtimalle evet. Maalesef.

Kendin olmak, tenine temas eden hayata karşı ne kadar giyineceğini keşfetmekten, bu hayatın içinde kendini bulmaktan geçer. Belki bulanık bir nehirde, yakınlaşamadığın bedenlerde, yaşama pamuk ipliğiyle bağlı bir dostun varlığında, özüne erişemediğin bir rüyadan uyandığında ya da kendine çizdiğin sınırların ötesine baktığında... Çek yazar Iva Procházková, ergenliğin kaçınılmaz çıplaklığını ve hayatın yakıcı soğuğunu, Berlinli beş gencin kesişen yaşamları üzerinden anlatıyor.