31 Ocak 2014 Cuma

Hayvan Çiftliği - George Orwell




Daha önce Bin Dokuz Yüz SeksenDört isimli kitabını okumuş ve bayılmıştım. Bu kitabı da okunacaklar listemin arasındaydı, neden bu kadar beklemişim bilmiyorum.

Bir Peri Masalı diye alt başlığı olan kitap gerçekten de fabl gibi yazılmış. Hayvanların birlik olarak bir çiftliği ele geçirmesi, insanları çiftlikten kovmaları ve daha sonrasında da iktidar hırslarının işin içine girmesiyle değişen yaşam şartlarını anlatıyordu. İnsanlardan başlıca kurtulmak isteme sebepleri özgürlüklerine sahip olmak iken, kurtulduktan sonraki hayvan iktidarında aslında farkında olmadan daha tutsak hayatlar yaşamalarını çok ince çok güzel bir dille yazmış Orwell Usta. Biraz da Sineklerin Tanrısı tadı aldım diyebilirim.

Yazıldığı yıllarda hem ödüller alan hem de yasaklanan bu kitabın başlıca yasaklanma sebebi ana karakterlerin bazı siyasilere benzetilmiş olmasıdır. Özellikle Napolyon isimli domuzun birebir Stalin’i anımsattığı söylenmektedir.

İşin ilginç tarafı ise 1945 yılında yazılan bu romana benzer siyasetin hala değişmediğini, birçok ülkede devam ettiğini, her iktidarla biraz daha bir şeylerin kaybedildiğini görmemiz sebebiyle ne kadar ileriye dönük bir roman olduğudur. Benim gibi okumakta geç kalanlara kesinlikle tavsiye ettiğim romandır.

Arka Kapaktan;

İngiliz yazar George Orwell (1903-1950), ülkemizde daha çok Bindokuzyüzseksendört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci ünlü yapıtıdır. 1940'lardaki 'reel sosyalizm’ in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında 'yergi' türünün başyapıtlarından biridir. Hayvan Çiftliği'ni n kişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirirler. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktadır. Aralarında en akıllı olanlar domuzlar; kısa sürede önder bir takım oluştururlar, devrimi de onlar yolundan saptırırlar. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'i simgelediği açıkça görülecektir. Öbür kişiler bire bir belli olmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir. Romanın alt başlığı Bir Peri Masalı'dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır.

29 Ocak 2014 Çarşamba

Deli Kadın Hikayeleri - Mine Söğüt




İlk defa Mine Söğüt okudum ve açıkçası çok etkilendim. Kitaptaki öykülerde anlatılan kadınlar sanki yanı başımdaymış gibi etkilendim.

 Maalesef ki bizim toplumumuzda kadın olmak demek bir sürü zorluğa göğüs germek, şiddeti yaşamak demek. Bu hikayelerdeki kadınlar da öyle… çocuğunu kaybeden, tecavüze uğrayan, dayak yiyen, istemediği adamla evlendirilen, aldatılan, evden kovulan kısacası kaybetmeye mahkum kadınlar. Mine Söğüt onların hikayelerini öyle çarpıcı ve şiirsel bir şekilde anlatmış ki, normalde gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde görüp önemsemediğimiz o insanların yaşamlarına giriyormuşuz gibi hissettim.

Özellikle kitabın içindeki illüstrasyonlardan da ürktüğümü söylemeden geçemeyeceğim.  Bu kadar acılı görünen, başarılı çizimler için Bahadır Baruter tebrik edilmeli.

Kitabın içindeki şiirlerden bir tanesi;

“Geceleri ben ağır, çok ağır bir taşın altında uyurum.

 Gündüzleri hafif, çok hafif bir yaprağın ucunda yaşarım.

 Gece beni taş ezer.

 Gündüz rüzgar devirir.

 Kanadıkça kanarım.

 Hayallerimi o yüzden kanla yazarım”.

Arka Kapaktan;

“Girdiği kabın şeklini alan su, geçtiği yolların rengini de çalarmış…”

Mine Söğüt’ten Unutulmayacak Delilik Hikâyeleri

Beş Sevim Apartmanı – Rüya Tabirli Cinperi Yalanları, Kırmızı Zaman, Şahbaz’ın Harikulâde Yılı 1979, Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey gibi romanları ve çeşitli biyografi, monografi, söyleşi kitaplarıyla okurların yakından tanıdığı Mine Söğüt bu defa hikâyeleriyle karşımızda.

“…kendini öldürme fikrini bu kadar çok seven biri kendini de çok seviyor demektir... kendini ve deliliğini” diyen yazar, Deli Kadın Hikâyeleri kitabında, aklın kıyısında gezinen, kadınlıklarını bir lanet gibi sırtlarında taşıyan, hepsi “kaybetmeye” yazgılı, içe işleyen yalnızlıklarıyla kalp burkan hayatları, varoluş kâbuslarını anlatıyor. Kitapta ayrıca, Bahadır Baruter’in bu hikâyelerin izlenimleriyle yaptığı on resmi de yer alıyor.

 Kalemini zehire, kana, cinnete, ölüme ve hayata aynı lezzetle batıran Mine Söğüt’ten unutulmayacak yirmi bir delilik hikâyesi...

27 Ocak 2014 Pazartesi

Oblomov - Ivan Aleksandroviç Gonçarov


Oblomov’u okudukça sevdim diyebilirim. Aslında okudukça ben de onun gibi tembelleştim galiba, bu biraz bulaşıcı. Kafası sürekli plan ve programlarla meşgul olan bir adamın yatağından çıkmaması tam bir Oblomovluk değil de nedir? Aslında Olga’ya âşık olduğunda bir şeylerin değişeceğine inanmıştım ama haksız çıktım.
Bu arada en sevdiğim karakter hizmetçi Zahar’dı. Onun o küçük hesapları, içten pazarlıklı hali ve aynı zamanda efendisine olan gönülden bağlılığına bayıldım.
Oblomov yazıldığı yıllarda Rus aristokrasisine bir eleştiri olmuş, en yakın arkadaşı Stoltz ise Avrupa’yı temsil ediyormuş.
Kısacası, genelinde değil ama bazı yerlerinde okurken sıkıldım, ancak sonlara doğru Oblomov’a alıştım ve keyif almaya başladım. Bir de atlamadan geçemeyeceğim bu kitabı Hasan Ali Yücel klasikleri dizisinden temin etmiştim, iyi çeviri kitap okuma zevkini daha da arttırıyor.
Altını çizdiklerim;
“İnsanı, yalnız insanı anlatın bana, insanı sevin” S- 32
“Tuttuğu yoldan dönmemek onun için bütün değerlerden üstündü, adam dediğin bundan belli olurdu ve amaçları ne kadar küçük olursa olsun direten insanlara saygı duyardı.” S- 200
“Aşk komedyasında veya tragedyasında iki oyuncu vardır; hemen her zaman biri ezer, biri ezilir.” S- 284
“İnsan niçin yaşadığını bilmezse günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini beklemekten başka zevki olmuyor. Bugün nasıl yaşadım, sorusuna cevap vermeden uykuya dalıyor, ertesi gün yine aynı hayat.” S- 286
“Bilgisi olanın para kazanmak hakkıdır.” S- 449
Arka Kapaktan;
Rus edebiyatının hiçbir kahramanı, ne Raskolnikov, ne Mişkin, ne Prens Andrey, eski Rus insanını, hatta bütün Doğuluları Oblomov kadar açıklıkla, en özlü yanıyla temsil etmez. Doğu, belki de ilk defa olarak Gonçarov'un bu büyük eserinde kendi kendini tanımaya, Batı'dan farkını anlamaya başlamıştır.
Oblomov klasik kahramanlar gibi genel bir tip, Don Kişot gibi, Tartuffe gibi insanlığın bir halini göstermekle birlikte, zamanına, çevresine sıkı sıkıya bağlı bir insandır.

24 Ocak 2014 Cuma

Şimdiki Çocuklar Harika - Aziz Nesin


Aziz Nesin’in mizahını hep sevmişimdir ama bu kitabına bayıldım. Ahmet ve Zeynep adındaki 5. Sınıfa giden iki çocuğun birbirine yazdıkları mektuplardan oluşan bu roman, büyüklerini, öğretmenlerini, eğitim sistemini, ikiyüzlülükleri ve daha birçok şeyi gerçek gözlerle eleştiriyordu.
Bu romanla ilgili diğer ilginç olan olay ise Doğan Kardeş Dergisi’nin düzenlediği yarışmaya katılması ancak jüri üyelerinin büyük olması sebebiyle romanın dereceye bile girememiş olmasıdır. Bu konu ile ilgili yıllar sonra açıklama yapılmış, aslında en dürüst ve eğitici romanın bu olduğunu ama yargılayan kişilerin çocukların büyükleri bu şekilde eleştirmesini yanlış buldukları için ödül verilmediği açıklanmıştır.
Gayet akıcı ve mizahi bir dille, büyükler için küçükler tarafından yazılmış ayna niteliğindeki bu roman kesinlikle okunmalı.
Arka Kapaktan;
Bu romanı, salt çocuklar için değil, anababalarla öğretmenler için de yazdım.
-Aziz Nesin-
 
Bu romanda, çocukların gözüyle büyüklerin nasıl göründüğü anlatılıyor.
 
Bu romanda çocuklar, anababalarını, öğretmenlerini ve büyüklerini eleştiriyor.
 
Bu roman, çocuk eğitiminde gerekli sanılan, günümüzde geçerli bitakım değer yargılarının yanlışlığım anlatıyor.
 
Bu roman, çocukların büyüklerine karşı haklarını ve kendilerini savunmalarıdır.

20 Ocak 2014 Pazartesi

Serenad - Zülfü Livaneli


Zülfü Livaneli’nin kalemini gerçekten seviyorum. Daha önce de “Kardeşimin Hikâyesi” ve “Engereğin Gözü” isimli kitaplarını burada yorumlamıştım.
Serenad okumakta geç kaldığım romanlardan bir tanesiydi. Hikâyenin ana karakteri Maya Duran ve Maximillian Wagner’a bayıldım diyebilirim. Farklı yerlerde yaşamış olan Maya’nın anneannesi ve babaannesinin hikâyesi, Wagner’ın eşi Nadia ve hep bir ırkın kendini diğerinden üstün görmesi sonucu tarih boyunca yaşanan acılar, eziyetler bu kitapta toplanmış ve birbirine geçen hikâyelerden bir roman yaratılmış gibiydi. İçinde tarih geçen romanları daha çok seviyorum sanırım, daha çok inanarak okuyorum.
Sonuç olarak benim gibi okumakta geç kalanlar varsa kesinlikle tavsiye edebileceğim bir kitap Serenad, film izler gibi okuyacak ve pişman olmayacaksınız.
Altını çizdiklerim;
“Hepimiz içimizde, gizli, nazik davranışlarla üstü örtülen ama bir tehdit algıladığımız zaman hemen o keskin dişleriyle ortaya çıkan bir timsah taşıyoruz.” S- 10
“İnsan ancak yapabileceğini isterdi. “istemek” kavramı, “dilemek ”ten ve “hayallere dalmak ”tan farklı bir şeydi. Bedelini göze almakla, gereğini yapmakla ilgili bir şeydi.” S- 28
“Bilgi ne garip bir şeydi. Şişede hapsedilmiş bir cin gibi yıllarca duruyor, senin gelip kapağını açacağın günü bekliyordu.” S- 213
“İnsanların kendi milletini veya kendi inancını diğerlerinden daha üstün görmesi, ne korkunç olaylara, ne büyük acılara neden oluyordu bu dünyada!” S- 217
Arka Kapaktan;
Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.
1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.
Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.
Okurunu sımsıkı kavrayan Serenad'da Zülfü Livaneli'nin romancılığının en temel niteliklerinden biri yine başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz dengesi.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Kırk Yedi'liler - Füruzan


Kış Okuma Şenliği için seçtiğim romanlardan birisiydi bu roman. Sanıyorum daha önce bu denli vurucu bir roman okumamıştım. Füruzan’ın ilk romanı olmasına inanamadım, sanki yılların yazarıymış gibi anlatımları, tasvirleri adeta büyüledi beni. Ve hikâyenin acımasızlığı, gerçekliği… Erzurum’da büyüyen Emine’nin annesi, babası, ablası ve kardeşiyle başlayan hikâyesi İstanbul’da 12 Mart döneminde sorguya alınması ile devam ediyor. Hikâye bir ileri bir geri gidiyor gibi.

Emine’nin yaşadığı işkenceler arasında ailesi olan anılarının birer birer canlanması, zaman zaman ona güç vermesi ya da onu zayıflatması. Ailenin sosyal statüsüne olan merakı, özellikle annesinin kendi duvarları içinde yaşayarak gerçeklerden kaçınması, ablasının her şeyi kabullenir hayatı, yanlarında çalışan insanların eziklikleri, Emine’nin aşkı Haydar’ın hayatı çok güzel anlatılmıştı.

Kitaba başlarken bazı kitap kardeşlerim bana unutamayacağım bir roman olduğunu söylemişlerdi, ne kadar haklılarmış. Okurken ağlamama engel olamayıp, içimin acımasıyla elimden bırakıp, beş dakika sonra yeniden okumaya devam ettiğim bir romandı.

Altını çizdiğim cümleler dışında işaretlediğim sayfalar, paragraflar bile oldu bu kitapta;

“Olanları anlamak için büyükler ne kadar vakit kaybettiriyorlardı çocuklarına.” S- 94

“Utanca yenik düşüp yalvarmamalıyım. Unutmayayım insan ancak insandan utanır.” S- 279

“Onlar sana çok, ama pek çok sade, o denli de güçlü bir şey söyletmek istiyorlar. Haklılık duygunu elinden almaya savaşıyorlar. Oysa bilirsin, insanı insan kılan en önemli ayrım adalet duygusudur. Evet, dersen bitişin başlar. O zaman ilerde yaşayacağını umduğun zamanı bile yitireceksin. İşte bağır alabildiğine, kanın akıyor, görünümün inanılmaz çirkinlikte, bozulmuşlukta, bir hurda yığını gibi. Yine de asıl şeyi alamadıkları sürece tam bir bütünsün. Bağır bakalım…” S- 374

Arka Kapaktan;

Kırk Yedi’liler en çok sözü edilen “12 Mart Romanı…” ama 12 Mart’ta neler olup bittiğini anlatmıyor bu kitap. “12 Mart”ı yaşayan çoğu 1947 doğumlu bir genç kuşağı anlatıyor.

Füruzan’ın bu ilk romanı, 1975’te Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü almıştı.

 

13 Ocak 2014 Pazartesi

İki Kız Kardeş - Edith Whatron


Bu sene okuduğum kitapların arasına klasiklerden de eklemek niyetindeydim. İlk klasik olarak bu kitabı seçmiştim. Dili çok kolay olan İki Kız Kardeş,  New York’ta yaşayan, fakirlikle boğuşup bir yandan da dükkân işletmeye çalışan iki kız kardeşin hayatları evlerine bir masa saati almaları ile değişmesini anlatıyordu. Saatin satıcısı olan adam ikisinin de dikkatini çeker ve o andan sonra iki kız kardeşin arasında hayal bile edemeyecekleri ve asla gün yüzüne çıkmayan bir çekişme başlar.

Adama duydukları aşk öylesine heyecanlıdır ki gözleri gerçekleri göremeyecek kadar kör olmuştur. Ablanın duygularından feragat etmesi ve aynı zamanda için için kardeşini kıskanması ve onu eleştirdiği kısımları, kardeşin ise farkında bile olmadan onu kıskandırmaya çalışmasını heyecanla okudum.

İnsan bazen duygularının nasıl esiri olabiliyor. Kitap, kardeşlerden birisinin evlenmesi ile daha da ilgi çekici bir hale geliyor çünkü adam tam bir sahtekâr… 20.yüzyılın başlarında yazılan bu romanı okumanızı tavsiye ederim.

Arka Kapaktan;

İki Kız Kardeş'te, Amerikan edebiyatının klasikleşmiş yazarlarından Edith Wharton,20. yüzyıl başlarındaki Amerika'nın yoksul çevrelerine bir pencere açıyor. Ann Eliza ve Evelina Bunner, mütevazı dükkânlarında çalışarak hayata tutunmaya çalışan iki kardeştir. Birbirinin aynı, renksiz geçen günleri, satın aldıkları bir saatle birlikte bambaşka bir yöne çevrilir. Alman göçmeni olan saat ustası Ramy, iki kardeşin hayatlarını altüst edecek, kaçınılmaz ve trajik bir sonun temellerini atacaktır. Amerika'nın 20. yüzyıl başındaki kent yaşamının ve toplum düzeninin fon oluşturduğu bu küçük roman, başkahramanları dışında çizdiği yan karakterlerle de klasik edebiyatın önemli örneklerinden birini oluşturuyor.

9 Ocak 2014 Perşembe

Ateşten Gömlek - Halide Edib Adıvar


Kitabın en başındaki mektuptan da anlaşılacağı gibi Halide Edib, Yakup Kadri’nin bir kitap yazacağını ve adının “Ateşten Gömlek” olacağını öğrenir. Bu ismi o kadar beğenir ki, Yakup Kadri’ye bir mektup yazar ve bu ismi romanında kullanacağını iletir. Gerçekten de Halide Edib’in Kurtuluş Savaşını anlattığı bu romana başka bir isim bu kadar yakışamazdı herhalde.
Roman, ayaklarını savaşta kaybedip, kafasında bir kurşun ile yaşayan Peyami’nin hastanede aldığı notlarından derlenmiştir. Başkarakterler Peyami, kocasını ve oğlunu Yunan işgalinde kaybeden Ayşe, Ayşe’nin kardeşi Cemal ve Binbaşı İhsan’ın arasında dönen hikâyenin en güçlü karakteri Ayşe’dir. Kitabın konusunu çok anlatmak istemiyorum ancak zaman zaman içimin nasıl bir coşku ile dolup taştığını anlatamamakla birlikte, bazı yerlerde ise gözlerimin dolduğunu söylemek durumundayım. Bu memlekete ne zorluklar ile sahip olduğumuzun cepheden yansımasını anlatan kitaptır Ateşten Gömlek.
 
Romanda sadece savaştan bahsedilmiyor, çok güçlü bir aşk hikâyesi de sizi sarıp sarmalıyor… Romanın dili biraz ağır, her sayfanın altındaki sözlüğü kullanmak durumunda kalıyorsunuz ama bir zaman sonra alışılıyor ve okuması çok daha keyifli bir hale geliyor.
 
Altını çizdiklerim;
“Hayat bana en korkak adamların iddia ile cesaretten bahsedenler olduğunu öğretti.” S- 28
 
“Niçin ruhumun bu ateşten gömleği, sırtımdan canıma geçiyor? Gözümden, dilimden kızıl, yakıcı yenlerini gösteriyor?” S- 34
 
“Yere yatıp kan izlerini öpmek istedim. Öyle azım (ulu) ve güzel bir şeydi ki…” S- 82
“Ben, ben bütün hayatta kanlara, ıstıraplara, başkalarının aşkına bakmaktan başka ne işe yara bir adamım? Kendi aşkımı, kendi yaramı sade kendi gözlerim gördü.” S- 114
“Harpte yegâne korkulacak şey korkudur.” S- 237
 
Arka Kapaktan;
Ateşten Gömlek, cepheden, romanda anlatılan kişilerle omuz omuza yaşamış birinden gelen bir yapıt. Kurtuluş Savaşı’nın ateşten gömleğinin içinden çıkmış bir roman. Halide Edib Adıvar, her birini yakından tanıdığı roman kişilerini, yani silah arkadaşlarını içtenlikle, çağına ve yaşanan acı olaylara sorumlulukla tanıklık ederek anlatıyor. Bağımsızlık savaşımızı bütün gerçekliği ve canlılığıyla anlatan belki de en önemli roman, Ateşten Gömlek.
 
İhtilal ve isyan günlerinden beri koza, kurt, kelebek devirleri tetkik edilen mahlûkat gibi Sakarya silâh arkadaşlarımın "Ateşten Gömlek"te birkaç solgun aksini İstanbul, ihtilal ve ordu günlerinden alıp kâğıt üstüne koymaya çalıştım. İstediğim gibi olmadığı için silâh arkadaşlarımdan af dilemek isterdim. Bize onlar ilham ettiler…

7 Ocak 2014 Salı

Nar Ağacı - Nazan Bekiroğlu


 
#kitapkardesligi’nin Ocak ayı için seçtiği kitap Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı idi. Benim için yeni bir yazarla tanışma fırsatı oldu, daha önce Nazan Bekiroğlu okumamıştım.
Anlatıcının dedesi ve anneannesinin hikayesini bulma çabası, topraklarına ulaşabilme hayalinin bir yolculuğa ve bu yolculukta bulduğu aşk romanıydı. Ama sadece aşk değil, savaş, muhacirlik, tarih her şey vardı kitapta.
Daha geçtiğimiz Eylül ayında Trabzon- Rize- Batum turu yapmış birisi olarak olaylar sanki gördüğüm yerlerde geçiyormuş gibi hissettim ki bu romanın bendeki etkisini arttırdı.

Halı tüccarı olan Mirza Han’ın oğlu Settarhan ve Zehra’nın ki çok geniş bir alana yayıldığını kabul etmemiz gereken farklı yollardan (Trabzon- Batum- Tebriz- Tiflis- Bakü- İstanbul) hayatlarının kesişmesini anlatan yarı gerçek yarı hayal ürünü bir romandı. Settarhan’ın Azam ve Sofia adındaki iki kadına hissettikleri, aşk acısı, hayal kırıklıkları… Rumlar, Müslümanlar, Ortodokslar, Zerdüştler her dinden, her mezhepten insanın bulunduğu bu kitabı okumanızı gerçekten tavsiye ederim…

En beğendiğim paragraflardan ikisini paylaşmadan geçemeyeceğim…
“Tanrı bütün âlemlerin Tanrısıdır ve bütün gerçek dinler aynı bir Allah’ındır. Gerektiği kadar geriye gidebilirsen bütün ırmakların aynı kaynaktan çıktığını, ortak bir mazide her şeyin aynı ortak başlangıca bağlandığını görebilirsin.” S- 179

“Yangındı aslolan, dumanın nereden tüttüğü önemli değildi. Kendi kalbinde bir doğu masalının şehzadesine doğru akmaya başlayan ateş dinledi. Her belaya her kazaya evet diyebilirdi. Böyle bir şehrayin alevi hangi cihetten gelse yanmaya değerdi. Fark etmez kimin kalbinde kıpırdarsa kıpırdasındı, ama yeter ki çıksındı böyle bir yangın. Kalbinin yangın haberini sardı sarmaladı, günü gelince açmak üzere bir kuytuya kaldırdı. Değil mi ki Settarhan aşk’ın “ş”sinde takılmıştı!” S- 240
Altını çizdiğim cümleler;

“İnsan âşık olmasa kendi görüntüsünden bu kadar memnun kalabilir miydi?” S- 112
“Tarihe sebepler değil sonuçlar kalır.” S- 132

“Bir kadın eğer kendisini övüyorsa karşısındakini övmüyor demekti. Övmüyorsa da değer vermiyor demekti.” S- 140
“Bir sıkıntının geçeceğine duyulan güven, ona dayanmanın tek çaresiydi.” S- 302

“Aşkın zamanı yok anı var, kelamı yok ama ışığı var.” S- 336
“Bir tek masumun dahi öldüğü yerde hiçbir haklı gerekçeden söz edilemezdi. Savaş insanı canavarlaştırıyordu ve insanın insana ettiğini kimse kimseye etmiyordu.” S- 496

Arka Kapaktan;
Nazan Bekiroğlu'ndan Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-İstanbul hattında geçen muhteşem bir roman.

Balkan Savaşı döneminde başlayıp I. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykü...
Trabzon'dan ve Tebriz'den doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce deli akan sonra durgunlaşan iki ırmak... Aslında çok ırmak... Tebriz'in en büyük, en asil halı tüccarının deli fişek oğlu Settarhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra...

Ateşin bakışlı ateşin duruşlu; ırmağını kendi bildiğince alev ateş akıtmayı seçen bir genç kız Azam. Adı ne aşk ne de dostluk olan bir duyguyla Settarhan'ın ırmağına dolanan Batumlu kitapçı Sophia. Acıyla yoğrulan, yoğruldukça durulaşan, kendi varlıklarını sevdiklerinin varlığında eriten Büyükhanım ve Hacıbey...
Ve hep kendi içine doğru akan, kendi ırmağını gencecik yaşta milleti için kurutan, Trabzon'un "kırık kafiyesi" İsmail, ah İsmail...

İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhaceret, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda Nazan Bekiroğlu'nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. "Nar Ağacı" hayal kadar zengin, roman kadar güzel, tarih kadar gerçek bir hikâye… İncelikle işlenmiş karakterleri, son derece zengin detayları ve dönemi anlatmadaki maharetiyle okuyanı çarpacak ve yıllarca unutulmayacak bir kitap...