25 Mayıs 2015 Pazartesi

Masalını Yitiren Dev- Adnan Binyazar



Hiçbir kitaptan böylesine etkilendiğimi hatırlamıyorum. Adnan Binyazar’ın okuduğum ilk romanı aslında belki otobiyografisi desem daha doğru olacak. Kendi çocukluğunda yaşadıklarını öyle bir dille anlatmış ki, bu küçük çocuğa acımıyor onun bir an önce başarılı ve varlıklı bir adam olup, yaşadıklarını unutmasını istiyorsunuz. Çok zor bir aile, sürekli yarı yolda bırakan bir baba ve hayata tutunmaya çalışan iki erkek kardeşin hikâyesi Masalını Yitiren Dev. Dediğim gibi belki acıklı bir dille yazılsaydı herhangi bir yoksulluk, parçalanmış aile hikâyesi diye okuyabilirdim bu kitabı ancak Binyazar’ın kalemi farklı, okuyucuyu başka bir yerden yakalıyor. Yazarın diğer kitaplarını da okumak için can atıyorum.

Altını çizdiklerim;

“Yoksullukla hastalık ikiz kardeştir.”

“Mutluluk yok diyenlere inanmayın; yeryüzünde acıma duygusunu yitirmemiş bir tek insan kalıncaya dek, mutluluk da var olacaktır.”

“Gerçekte mutluluk, acıların önüne gerdiğimiz yanıltıcı perdelerdir.”

“Demek, insan kendi doğal varlığına aldırmıyor da, karşısında kopyasını görünce çıldırıyordu.”

“İnsan her şeyini yitiriyor da, utanma duygusunu yitirmiyor.”

“İnsan çektiği acıları unutmayı bilmese ne olurdu acaba? Demek beden gibi, duygular da sürekli onarıyor kendini.”

“Roman kişilerinin kendine özgü acıları olduğu gibi, kendini roman kişisinin yerine koyup bu acıları derinliğine duyumsayan okurlar var.”

“Kitaplar bana inceliklerin dünyasını açıyordu. Kitap okumayanın her şeyden yoksun kalacağını düşünüyordum. Okuyan, okuduğu kitabın dünyasına karşılık verecek birikimler edinmeliydi. Kitabın karşılıklı bir etkileşim olduğunu sezmeye başlamıştım. Bu merakla yazarların, ressamların, bestecilerin yaşamlarıyla ilgili kitaplara yöneliyordum. Onların içinden biri gibi görüyordum.”

Arka Kapaktan;

Masalını Yitiren Dev, ilkokula on dört yaşında başlayan bir edebiyat adamının, Adnan Bïnyazarın çocukluk ve ilkgençlik anılarından oluşuyor. Diyarbakırda başlayan, yoksulluk içinde geçen bir çocukluk, dağılmış bir aile, çocuk yaşta girilen çalışma hayatı, acımasız koşullar. Anı gibi değil de bir roman gibi okunan bu kitapta Adnan Binyazar, hayatla olan mücadelesini hiçbir abartıya, duygusallığa yer vermeden, son derece nesnel bir tavırla aktarmış. Yaşadıklarını anlatırken, o günlerin Türkiyesinden çok canlı kesitler veriyor. Ağından Diyarbakıra, Elazığdan İstanbula uzanan coğrafyada, anasını-babasını, ustasını, Haco Bibiyi, Valentinoyu, Möhoyu, Zeko Bibiyi, birer roman kişisi gibi canlı ve kalıcı kılabiliyor. Yazılısı tehlike yaratacak bir hayat yaşadım ben, diyor yazar; onun için yazmakta hep duraksadım. Çünkü yaşadığınız olayları anlatıya dökerken, gözü yaşlı sözcüklerin tuzağına düştünüz mü, televizyonlarda her gün onlarcası görülen yerli filmlerin ya da bayatlamaktan iyice kokuşmuş dizilerin başkişisi oluverirsiniz. Adnan Binyazarın son derece akıcı bir anlatımla, ustalıkla kullandığı Türkçesiyle kaleme aldığı, bir dönem Türkiyesine ışık tutan, o günlerden insan manzaraları sunan roman tadındaki anıları ilgiyle okunuyor.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Amerigo - Stefan Zweig


 
Zweig’ın karakter tanımlarını oldum olası seviyorum. Bu kitabı diğerlerinden biraz farklı çünkü gerçek bir insanın biyografsi niteliğinde. Amerika’ya adını veren Amerigo Vespucci’nin hikâyesini komik rastlantısal öğeler ile süsleyerek anlatmış bizlere. Kristof Kolomb tarafından bulunan anakaranın adı neden Amerigo oldu? Aslında anakaryı kim keşfetti, kim yazdıklarıyla tarihe olmadık şekillerde yön verdi gibi konuların üzerine yazılan kısa ama eğlenceli bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Kitapta en sevdiğim cümle ise şuydu;

“İnsanlık yeni bir şey bulduğunda ilk iş olarak onu adlandırmak; coşku duyduğunda da şevkini dudaklarından kopan sevinç nidalarıyla duyurmak ister.”

Arka Kapaktan;

Hem düşsel hem de tarihsel karakterler üstüne yorumlarıyla tanıdığımız Stefan Zweig'ı derin karakter incelemelerine yönelten, psikolojiye ve Freud'un öğretisine duyduğu ilgidir. Beş tarihsel kişiliğin portrelerini içeren Yıldızın Parladığı Anlar, Fransız Devrimi'nde bir politikacının portresi niteliğindeki Joseph Fouché'yle birlikte Amerigo da Zweig'ın nesnellikten çok sezgiye dayanan yaşamöykülerinin en başarılarından biridir. Zweig, bu yapıtında, bugün Amerika adıyla bildiğimiz anakaranın bu adı alışının ardındaki inanılması güç rastlantılarla örülü 'yanlışlıklar komedyası'nı anlatır. Kristof Kolomb'un keşfettiği toprakların 'yeni bir dünya' olması gerektiği kanısına varan İtalyan denizci Amerigo Vespucci, ün peşinde koşan bir sahtekâr mıdır, yoksa adını tarihe yazdırmayı hak eden bir bilge mi? Zweig, esrar perdesini aralamaya çalışırken, Amerigo Vespucci'nin yaşamöyküsünü yaratıcı bir anlatıya dönüştürüyor, usta işi bir yapıt sunuyor bize.

 

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Düşüş- Albert Camus



Daha önce “Yabancı” isimli kitabını okumuş ve çok beğenmiştim. Düşüş ise biraz daha farklı Amsterdam’da bir barda oturan iki adamdan birisi olan Jean Baptiste Clamence’in yanındaki adama kendisini anlatmasından oluşan monolog tadında bir roman. Aslında roman da değil, tamamen monolog. Clamence bir avukat ve kitabın başında kendisinin ne kadar iyi ve doğruluktan yana olduğundan bahsederken sonlara doğru aslında yapayalnız bir adam olduğunu fark etmemizi sağlıyor. Zamanın Avrupa’sına karşı ciddi eleştiriler bulunan bu kitapta özellikle Nazi akımı ile ilgili yorumlarına neredeyse %100 katılarak okudum.  Kitap sadece yüz sayfa ama o kadar çok cümlenin altını çizmişim ki, her cümlede başka bir anlam ve heyecan duydum. Bir kaçını sizinle paylaşmak isterim.

Altını çizdiklerim;

“Yahudi mahallesinde oturuyorum, hani Hitlerci kardeşlerimizce meydan haline getirilmeden önceki adıyla Yahudi mahallesinde. Ne temizlik! Yetmiş beş bin Yahudi sürülüyor ya da öldürülüyor, havasız bırakarak yapılan bir temizlik bu. Ben bu uygulamaya, bu yöntemli sabra hayranım! İnsanın karakteri olmadı mı, bir yöntem bulması gerek. Burada bu yöntem harikalar yarattı doğrusu, ben de tarihin en büyük suçlarından birinin işlendiği yerde oturuyorum.”

“Niçin ölülere karşı hep daha dürüst ve daha cömertizdir? Nedeni basittir! Onlara karşı bir yükümlülüğümüz yoktur.”

“yaşam benim için gittikçe daha zorlaşıyordu; beden keyifsiz oldu mu, yürek de ölgünleşir. Bana öyle geliyordu ki, öğrenmemiş olduğum, ama yine de çok iyi bildiğim bir şeyi, yani yaşamayı unutuyordum.”

“Mutluluğunuz ve başarılarınız, ancak bunları cömertçe paylaşmaya razı olduğunuz takdirde affedilir.”

Arka Kapaktan;

Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca "Sisifos Söyleni" ve "Başkaldıran İnsan"la da alırdı belki. Ama Camus'yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır. "Yabancı" (1942), "Veba" (1947) ve "Düşüş"se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazınseverler bu üç başyapıt arasında daha çok "Düşüş"ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence'ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. "Düşüş"ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus'nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek.

8 Mayıs 2015 Cuma

Kırmızı Defter - Paul Auster


Tesadüflere inanan birisi iseniz bu kitabı mutlaka okumalısınız. Yok canım bu kadar da olamaz dediğiniz, sizi şaşırtacak on üç hikayeden oluşan bu kitap Paul Auster’in kendi hayatında tanık olduğu ve yakınlarından duyduğu tesadüf hikayelerini topladığı bir kitap. Okuması çok keyifli ve akıcı bir dile sahip. Bu kitabı okuduktan sonra belki siz de hayatınızda yaşadığınız tesadüfleri not almayı düşünebilirsiniz, çünkü kitap bende böyle bir etki yarattı.
Arka Kapaktan;
Kırmızı Defter, çağdaş Amerikan edebiyatının en yaratıcı yazarlarından Paul Austerın çok özel dünyasına girmek için belki de ilk adım. Çünkü bu kitaptaki öyküler, onun ya gerçekten yaşadığı ve tanık olduğu ya da başkalarından dinlediği gerçek olaylara dayanıyor. Kendisinden, ailesinden ve yakın arkadaşlarından verdiği örneklerle her birimizin yaşamımızın belli anlarında başına gelebilecek küçüklüğü, büyüklü, tuhaf ve gizemli, gülünç ve trajik olayların, insan denen varlığın önceden bilinmeyen, değişken doğasını nasıl ortaya çıkardığını kanıtlıyor. Romanlarında olduğu gibi, bu kitabındaki öykücüklerinde de Paul Auster, içten ve yalın anlatımıyla rastlantıların insan yaşamındaki öneminin altını çiziyor ve onların hem yazdıklarını, hem özel yaşamını nasıl etkilediğini gösteriyor.

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Aile Çay Bahçesi - Yekta Kopan


İnanılmaz akıcı bir dile sahip, neredeyse bir günde bitirebilecek bir roman. Yekta Kopan’ın daha önce iki tane öykü kitabını okumuş ve sevmiştim, bu kitabında da yine öykülerindeki tadı aldım diyebilirim. Aile içinde parçalanmışlıkları ve evin büyük kızı Müzeyyen’in kardeşi Çiğdem’in doğumu ile yaşadığı itilmişlik, geri planda kalmışlık hissini anlatan bu kitabı okumak lezzetliydi. Müzeyyen ve Çiğdem’in yıllar sonra babasının rahatsızlığı sebebiyle babaanne evine dönmesi ve iki kardeşin aslında aralarında bir fark olmaması çok etkileyiciydi. Müzeyyen’in karakterini daha erkeksi buldum, Çiğdem ise daha feminen yansıtılmaya çalışılmıştı, ancak biraz daha uzun tutularak karakterlere daha da ayrıntı eklenebileceğini düşünüyorum. Ayrıca, yazarın ara ara yaptığı göndermeleri ise çok sevdiğimi de iletmek isterim.

Arka Kapaktan;

Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının... Sa-hi ben babamın neyiydim? Bütün bu hikâyenin içinde benim rolüm neydi, diye düşündüm hep. Benim repliklerimi kim yazmıştı, mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye hangi taraftan gireceğime, uslu kızı oynarken neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım. Saatçi Nejat Bey ile ev hanımı Meral Hanım'ın kızı Müzeyyen'i bana anlatabilecek bir cümle.

Yekta Kopan'ın yeni romanı Aile Çay Bahçesi'nin, çoğu kadının kendinden izler bulacağı unutulmaz bir kahramanı var: Müzeyyen... Aile yaşamının gizli şiddetine başkaldıran, kardeşinin doğumuyla kendi varlığının silinmeye başladığını hisseden bir kadın... Kopan'ın romanı, güçlü, okuru kıskaca alan bir anlatımla sarsıcı bir finale uzanıyor.